Çok bilinen Platon’un ünlü alegorisinde mağarada çocukluklarından beri ellerinden, kollarından ve boyunlarından zincirlerle bağlanmış, eğitimle aydınlanmamış insanların öyküsü anlatılır. Bu insanlar bir mağarada arkalarında yanan ateşin önünden geçenlerin gölgelerini görebilmekte, hiç kıpırdamadan tek yöne bakarak ancak kendilerine uygun görülenleri seyredebilmektedirler. Bu insanlar yalnızca duvardaki gölgelerle yetinmek zorunda kalırlar, kendilerini ve yandakileri bile göremezler, çünkü başlarını oynatamazlar. Platon bu öyküyle eğitime ulaşamamış insanın hazin konumunu betimlemeye çalışmaktadır. Bir gün mağaradakilerden biri zincirlerini çözer ve dışarı çıkar. İşte her şey bu noktada başlar. Zincirlerinden kurtulan adam ışıkla karşılaşınca gözleri kamaşır, acı çeker, şaşakalır. Ve doğal olarak hakikatle, yani güneşle karşılaşır. Bu bilgiye ulaşan insan mağarada yaşadığı her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu gerçeği ile yüzleşecektir. Platon mağaradan çıkıp gün yüzüyle ve gerçeklerle tanışan insanın tekrar mağara dönmesini ve mağaradaki diğer insanlara gördüklerini ve öğrendiği gerçekleri anlatmasını ister. Devlet yönetimlerinin “Filozof Kral” tarafından yürütülmesi istemi bu öğretiye dayalı olarak gelişir. Platon yetiştirdiği filozoflara bir görev vermektedir… 
2500 yıldır binlerce kez yazılmış ve konuşulmuş bu alegoride aslında işler aydınlanan bu adamın mağaraya dönmesiyle daha da karmaşıklaşabilir. Mağaraya dönen adam oradakilere gördüğü ve öğrendiği gerçekleri anlatmaya kalktığında hiç de hoş karşılanmayabilir. Hatta onu kendi dünyalarına uymayan sapkın görüşleri nedeniyle öldürmeye bile kalkabilirler. Bu nedenle bazen mağaraya inip kendi dilinden anlamayan insanları aydınlatmaya çabalamak anlamsız olabilir. Çoğu zaman orada baskın olan büyük inançların ve dogmanın dilidir. Onların zincirlerini çözmek, güneşi ve gerçekleri görmelerini sağlamak daha doğru bir davranış gibi gözükebilir…
Bizzat deneyimlediğim bir olayı hiç unutamam, her aklıma geldiğinde de Platon’un bu alegorisini anımsarım. Yıllar önce Uluslararası büyük bir sivil toplum kuruluşunun Konsey Başkanı olarak Erzurum’a yaptığımız bir ziyarette, Atatürk Üniversitesi Rektörünü de ziyaret etmiş, bizlerin eğitimli insanlar olarak yöre insanının yaşamına nasıl bir katkı verebileceğimizi danışmıştık. O zamanki Rektörler halkın yararını düşünen, bulunduğu yöreye hizmet vermek isteyen, yurtsever bilim insanlarıydı. Rektörün bizlere verdiği öğüt hayli düşündürücüydü: “Fakir çocukları lokantalara götürün, beyaz örtülü masalarda yemek yendiğini, yemeklerin çeşitliliğini, kendilerine hizmet veren garsonların var olabileceğini görsünler. Dışarıda bir başka dünya olduğunu fark etsinler” demişti… 
Toplumun yaygın kesimlerinin temel insani sorunlarda kendilerini koruyabilecek ve kandırılmayacak kadar bilgi sahibi olabilmelerinin hem ülkeye hem de kendilerine çok şey katacağını düşünüyorum…