Parayla satılan sahte diplomalar furyası etrafa saçılmışken; ön lisans, lisans hatta doktora diplomalarının fiyatlarının pazarlığa açık olduğu haberleri yayılmışken, emekle, alın teri ve uykusuz onca gecenin ürünü gerçek diplomaların sahibi, hüzünlü insan öykülerinin varlığını da unutmamak gerek. Bunlardan birini bir hekim arkadaşım bana anımsattı, ben çok etkilendim ve sizinle paylaşayım dedim.

Bu soygun düzeninde bunca çapsız, vasatlık numunelerinin yanında altı sene Tıp Fakültesi, beş sene ihtisas yapıp hakiki diplomaya kavuşan insan kalabilmişlerin zorunlu hizmet sırasında yaşadıklarının öyküsü de mevcut. Bir tarafta haksız payelerle bir yerlere gelen insan müsveddeleri diğer tarafta gerçek insanların yaşadıkları, daha doğrusu yaşayamadıkları… Ben sözü şu an halen Adana'da anestezi uzmanlığı yapan, 2 çocuk annesi, sosyal medyada kurduğu kadın hekim platformunda “hunili doktor” olarak bilinen, binlerce kadın hekimi birleştirip, birlikte pek çok sosyal projede yer alan Dr. Figen Demir Kardeş’e bırakayım.

Batman’da mecburi hizmette iken tanıştığı Ayşen’in başından geçenleri bir anlatsın, sizde yüreğiniz yetiyorsa okuyun…

Ayşen'le mecburi hizmette tanıştık. O da benim gibi ilk defa ailesinden ayrılmış, Karadenizli, deniz gözlü, beline kadar uzanan dümdüz saçlı, minyon ama sesi kendinden büyük, bağıra çağıra konuşan, gülen, güldüren, hayat dolu bir kızdı. Bir anestezi doktoru olarak; ben işini bu kadar aşkla yapan başka bir insan görmedim. Çocukları çok sevdiğinden çocuk cerrahı olmuş, her ailenin 7-8 çocuğu olan bu memlekete atanan tek çocuk cerrahı olarak gece gündüz çalışmasına rağmen, onu bir gün bile işi için söylenirken duymadım. Nadir de olsa hastane ekibi bir yerde buluşup iki laflayalım desek, telefonu çalan Ayşen “bir yavrunun karnı ağrıyormuş gitmem gerek” diyerek hastaneye koşar; ameliyat edip ağrısını kestiği her çocukla birlikte kendi de çocuk gibi sevinirdi.


Bir gece nöbetimde, damdan düşmüş 6 yaşındaki bir kız çocuğunu Ayşen’le birlikte ameliyata aldık. O bakmaya doyamayacağın güzellikteki yüzü yara bere içinde; bakımsızlığa inat sarı saçları pırıl pırıl yavru için ne gerekiyorsa yaptık. Dalağı parçalanmış, akciğerleri sönmüş, kemikleri kırılmış bu sabinin tek günahı böyle bir yerde, bu ailenin eline doğmuş olmaktı. Yatağının kenarına bile korkuluk konup saçı okşanarak uyutulan da sabi sübyandı; damda hiçbir önlem alınmadan yatırılan bu çocuklar da. Boğazımız düğümlendi hiç konuşamadık. Saatler süren ameliyat sonrası eve dönerken yoğun bakıma uğradığımda Ayşen'i, çocuğun elini tutmuş otururken buldum. Ben de uzanıp onun elini tuttum, o buğulu mavi gözleriyle bana baktı: “Ben babasız büyüdüm Figen. Babam ben çok küçükken bizi bırakıp gitmiş. Bakmayacağı çiçekleri niye dikerler ki bu dünyaya?” Orda o gün her yanı kırık ‘bir’, kalbi kırık ‘iki’ küçük kız bıraktım ben yoğun bakımda...

Küçük hastamız Halime yoğun bakım ve servisin maskotu oldu. Tam üç ay bizimle kaldı. Ayşen her vizitte sabah ona “Halimeeee” diye kuzu gibi “mee” leyerek seslendikçe minik yavru kıkırdayarak güler, neşeleri hepimize bulaşırdı. Bir gün akşam nöbette baktım yine bu ikili bir arada, yanlarına uğradım. Halime'nin yanından ayrılınca Ayşen “taburcu olacak ama çok endişeliyim, dalağı da yok, iyi bakım şart, elimde olsa ben evime götürür bakarım. 3 aydır annesi hep geldi de babayı hiç görmedim” dedi. Halime'nin 7 kız 1 erkek kardeşi varmış. “Babam bizi hiç sevip öpmez ki, ayıpmış, bir tek kardeşim Mehmet'i sever o” deyince içim acıdı resmen. “Hiç olur mu, babalar kızlarını öpmese de severler” filan dedim ama insanların bu erkek çocuk saplantısı beni öyle üzüyor ki...

Halime'yi taburcu edip annesinin kucağında hastaneden gönderirken onu aylardır izleyen hemşire, doktor, personel; hepimiz el salladık. O kuzunun Ayşen'e sarılıp ağlamasını görseniz, “sevgi” böyle bir şeydi işte; yer, zaman mekân dinlemeyen, sıcacık... Ayşen boynundan hiç çıkarmadığı kalpli, kendi isminin yazılı olduğu kolyesini çıkarıp miniğine taktı; “bunu hiç çıkarma beni özleyince bu kolyedeki kalbi tut, o vakit ben hissederim ve yanına gelirim olur mu?” dedi. Ayşen sanki çocuğundan ayrılmıştı, günlerce o kendinden büyük sesi çıkmaz oldu; sessizce ameliyatını yapıp odasına çekiliyordu…

Çok karlı bir gündü, soğuk insanın içine işliyor, personel acilin girişindeki karı kürese de yol ânında geri kapanıyordu. Acilde Ayşen'le nöbetteydik. Duyduğumuz ambulansın siren sesiyle çayımızdan son yudumu alıp hastayı karşılamaya kapıya yöneldik. Koca sedyenin ortasındaki minicik bir kız çocuğunu koşturarak müdahale odasına aldılar. “6 yaşında kız çocuğu, yüksekten düşme nedeniyle burada ameliyat olmuş, bir haftadır öksürüğü, ateşi varmış. Bugün nefes alamayınca bizi aradılar” dedi getiren görevliler. Bunları bir uğultu hâlinde duyuyordum, Halime, minik kuzumuz bakımsızlıktan tanınmayacak haldeydi. Hemen başına geçip oksijene rağmen moraran, ateşten kavrulmuş dudaklarını aralayıp entübe ederken, Ayşen de eli kolu titreyerek Halime'ye müdahale edebilmek için kıyafetlerini soyuyordu. O anda kuzusunun boynundaki ona verdiği kolyeyi gördü. “Yavrum öyle çok tutmuş ki, kolyenin yazısı silinmiş, ben de seni çok özledim kuzucuk, ne olur beni bırakma, kimseye vermeyeceğim, hiç yanımdan ayırmayacağım seni” dedi...


Halime son ana kadar bize getirilmediği için, artık sepsise girmiş, minik kalbi, akciğerleri iflas etmişti. Aralıksız bir buçuk saattir kalp masajı yapan Ayşen'e gittim, “Hiç yanıt yok, artık bırakman lâzım, elimizden geleni yaptık Ayşen” dedim. Onu hiç böyle görmemiştim. Gözünün yaşını silip koşarak dışarı çıktı, bir taraftan da bağırıyordu: “Siz ana baba mısınız, bu yavruyu bu hâle gelene kadar nasıl getirmezsiniz? Damdan düşüren de bakmayıp şu hâle getiren de sizsiniz!..” Öyle öfkeyle bağırıyordu ki onu hiçbirimiz tutamıyorduk. Ayşen koştu, Halime’nin annesinin yanındaki adamın yakasına yapıştı, “Babasısın değil mi onun, neden bakmadın bu kuzuya, kızın o senin, o da evlâdın, öyle değil mi?' diye bağırırken “bir el silah sesi” duyduk! Halime'nin babası, cebinden çıkardığı silahıyla Ayşen'i kalbinden vurdu…


Sonra ne mi oldu? Televizyonda o akşam bazı kanallar “bir doktor cinayeti daha” dedi, ismi bile geçmedi! Gazeteler “ama doktor da babasına saldırmış” diye yazdı. Babası hâkime “kadın başıyla herkesin ortasında yakama yapışıp hesap sorup erkeklik onurumu kırdı, onun için vurdum” dedi. Onuru cinsiyette, iyi hâli takım elbise giymekte arayan çürümüş adalet sistemi bu vatanın iki evlâdını daha gömüp, suçluyu iki günde salıverdi dışarıya. O gece ben acilde iki melek bıraktım, el ele, hayatları ellerinden alınan, adları bile olmayan. O gece ben acilde insanlığa olan inancımı bıraktım. “Yavrumu yanımdan ayırmayacağım” diyen Ayşen'i, yavrusuyla yan yana toprağa gömdüm...

Ben o gece yağan karın altında saatlerce oturdum, hiç üşümedim...