Ah şu bizim memleket... 
Tuhaflıklar hiç bitmez! 
Her doğan günde yenileriyle karşılaşırız. 

Ben de Nihat Genç'in yalancısıyım. 
Bu seferde "Rakıyye Tarikatı" türemiş. 
Sözde şeyhi de Yılmaz Özdil imiş. 

Şimdiye kadar badecisini görmüştük. 
Tacizcisini görmüştük. 
Şehvetiye'sini görmüştük. 
Orasına burasına şiş sokanlarını görmüştük. 
Daha nelerini, nelerini görmüştük de... 
"Rakıyye" nam tarikatı ilk kez duyuyoruz. 

Bunların ayırıcı özelliği, hayata rakı şişelerinden bakmak imiş... 
En büyük emelleri ise rakı şişesinde balık olmakmış. 
Siyaseti, ekonomiyi, dövizi, açlığı, tokluğu rakıyla izah edesilermiş. 
Hatta hatta... iktidarı da rakıyla devireceklerine inanırlarmış.  
Hatta rakı kadehlerini göstere göstere, milletin başına Atatürkçülüğün serdarı kesilmeleri de cabası.  
O büyük kumandan, dâhi devlet adamının büyük zaferlerini, devasa eserlerini gölgelercesine... 

Çocukluğumda bizim mahallede bir Efe Şükrü vardı.  
Herhalde o da bu tarikata mensup idi... 
Çünkü, rakı burnundan akar, hâlâ rakı derdi. 
İçmediğinde sessiz sessiz oturup, hindi gibi düşünen adam; iki dubleden sonra şeytanla don değiştirir, önüne gelene bulaşırdı. 
Bulaşacak kimse bulamadığında ise, mahalleliye sabaha kadar nutuk dinletirdi. 
Gecenin belli saatinde, "Ulaaann  n'ettiklerim, dinleyin ulaaann..."  diyen narası top gibi patlar; 
 -Allah bana da tırnak vermiş kaşınmak için... Sepet gibi kafa vermiş düşünmek için...   diye bağıra bağıra ortalığı inletir, pencereleri zangır zangır titretirdi. 
En çok da zavallı karısı Hüsniye teyzeyi... 
"Ulaan bu işler böyle yürümez..." diye muhtardan girer, belediye reisine, valiye uğrar; o da yetmez Ankara'ya, hükümete kadar uzanırdı. 
Uzanmakla kalmaz, Afyon'un ağza alınmayacak, dallı budaklı, pervasız sokak diliyle hepsini bir güzel hayırla(!) yâdederdi. 
Sabaha kadar saydıra saydıra, ülke sorunlarının nasıl çözülmesi gerektiğini bir bir anlatırdı. 
Lâf aramızda bazı önerileri,  (...kodumunla)  süslemese, hiç de fena sayılmazdı da... 
Yıllar yılı çeliğe su vere vere çeliği iyice çürüttü. 
Ne yazık ki koca mahalleliyi dâhiyane nutuklarından mahrum bıraktı. 

Nihat Genç'in yazdığına göre; 
Yılmaz Özdil de sivri tırnaklarıyla kaşınmış, o kıyak kafasıyla düşünmüş, düşünmüş de... 
Yıllardır süren Kıbrıs meselemize ilginç bir çözüm önerisi patlatmış... 
Patlatmış da, bu sefer rakıyla değil; mezeyle... 
Nasıl mı? 
Anlaşılan, ülkemizde ağzına lâyık meze bulamamış olacak ki, Rumların mezesine sulanmış. 
Eee...Rumlar akıllı adamlar... 
Meze bile olsa, hiç beleş verirler mi? 
O da bir tweetle adamların reddedemiyeceği cazip bir teklif sunmuş 
"Rumlar öyle bir meze yapar ki kardeşim, helâli hoş olsun, Kıbrıs'ı veresin gelir." 

Sizi bilmem de, bu alış veriş benim hiç hoşuma gitmedi.  
Sanki ucuza gidiyoruz gibime geliyor. 
İlla vereceksek koca Kıbrıs'ı bir mezeye vermeyelim. 
Hiç olmazsa yanına birde UZO isteyelim. 
UZO Yunan rakısı olup, erbabına göre de baya kaliteymiş...  

Âşık Seyrani... 
Bakın, iki asır önceden ruh sefaletimizi görmüş olacak ki, bakın ne demiş: 
"Ey Seyranî var mı sözün hatası
Bulunmaz dünyanın elbet ötesi
Ermeninin Rumun yağlı ketesi
Kaypak Müslümanı dinden çıkarır." 

Ben de diyorum ki; 
Ey Seyrani, senin o dediğin "Yağlı Kete"nin devri çoktan geçti; şimdi "Meze"zamanı... 
Kutsal demedik, Ulusal demedik,  
Hepsini rakıya meze ettik...