Bu sefer çok yaklaştı ölüm.
Hem de yalnızca Ankaralılara değil, Eskişehirlilere de, İstanbullulara da, Trabzonlu, Karslı, Diyarbakırlılara da aynı şekilde çok yaklaştı.
Türk’üne, Kürt’üne, Çerkezine, Lazına…
Müslümanına, gayrimüslimine, tanrıtanımazına aynı yerden yaklaştı.
Memuruna, öğrencisine, işçisine, kadınına, erkeğine, çocuğuna, yaşlısına gencine benzer şekilde yaklaştı; hiç birini ayırdetmeden, torpil yapmadan ve -terörün karaktersiz karakteri gereği- hedef gözetmeden…
Zira, Kızılay, herkesin gelip geçtiği, otobüse, Ankaray’a, metroya, dolmuşa bindiği, bulvarın geniş kaldırımlarında özellikle hafta sonları adeta yürüyecek yer bulamadığı bir merkez.
Ankaralıların büyük çoğunluğu, Kızılay’da işleri olduğunda özel araçlarıyla gitmez, toplu taşım araçlarını tercih ederler; park yeri yoktur.
Metro’ya inen merdivenlerinin girişleri, Güvenpark’tan insanları kentin değişik semtlerine taşıyan dolmuşların ve Atatürk Bulvarının iki yanında sıralanmış otobüslerin durakları hep kalabalıktır. Otobüsler yanaşınca insanlar binmek için kapılarında birikirler.
Otobüs dolduğunda bile binemeyen kalmasın diye sıkışırlar. Bazen kavgalar çıkar, yatıştırılır.
Kimsenin, bir tek kişinin bile aklına ölmek gelmez orada. Hayatın tam içindedirler ve ölüme o kadar uzaktırlar ki…
Ne var ki, önceki gün, bir uğursuz “sürprizle” karşılaştılar. Her türlü aşağılayıcı sözcüğü, lanetlemeyi hak eden canlı bomba saldırısına uğradılar ve bir kısmı öldüler.
Daha önce de çok sayıda ölüme yol açan canlı bomba saldırıları yaşanmıştı ve terör endişesi zaten vardı. Bu kez de saldırının yansımalarının boyutları giderek büyüyen bir hal aldı. Çünkü, ölenlerin arasında herkesin tanıdıkları, tanıdıklarının tanıdıkları, kiminin çocuğunun arkadaşı, kiminin arkadaşının yakını, kiminin komşusu, akrabası vardı. Bir süre kendimize gelemeyecek şekilde toplumca yaralandık. En çok da fotoğrafları ardı ardına internet sayfalarına, gazetelere, ekranlara düşen pırıl pırıl çocuklarımıza yandık.
Bütün halkın düşmanları, yine “görev başında”ydı!
Canlı bombalar, alçaklardan aldıkları “son emirleri” getirmeye çalışıyorlardı!
Körleştirilmiş gözleri, tutsak edilmiş beyinleri, yüreklerine doldurulmuş kin duyguları, kişisel olarak hiçbir değer taşımadıklarına inandırılmışlıkları ile oradaydılar!
Kendilerini yöneten ve yönlendiren kapkaranlık çevrelerin gözünde aslında insandan sayılmıyorlardı. “Planlanan” gün ve saatte, otobüs duraklarında, servis araçlarında, mitinglerde kendileriyle birlikte, tanımadıkları, onları da tanımayan, işinde gücünde insanları yok eden ölüm “makineleriydiler” yalnızca.
Bir süreden beri, bu ülkenin bütün halkına karşı bir “savaş” yürüten düşmanlık zincirinin içindeki yerleri, gövdelerine sararak ya da araçlara doldurarak “bizi” katletmek için kullandıkları plastik patlayıcılardan farklı değildi. Savaşı yöneten ve yürüten “düşman” hiyerarşisinin içinde yerleri yoktu.
Onları ortalığa salıp, hiç haberlerinin olmadığı insanlık düşmanı amaçlar için bir yerlerde uğursuz “iş ve güç birlikleri” yapanlar keyifle ellerini ovuştururken, katlettikleri masum halk insanlarıyla birlikte yok oldular.
Geride, onca ölüm, kan, gözyaşı ve acı’nın yanısıra, bu alçakça saldırıları engellemekle görevli olup bunu beceremeyenlerin üzerindeki giderek ağırlaşan siyasi, mesleki, vicdani sorumluluklar da kaldı.