18. yüzyıl ortaları…
Ne acı ki Osmanlı’da duraklama dönemi bitmiş;
Gerileme ve nihayet çöküş başlamıştır.
Cehalet ve onun sonucu geri kalmışlık, açlık, sefalet, çekişme ve iç karışıklık almış başını gidiyordu.
Yönetici sınıf kendini de, devleti de, toplumu da ıslahtan acizdi.
Saraydaki bu karışıklıkta, padişaha danışmanlık yapmak için bir “Müneccimbaşı”lık ihdas edilir.
Müneccimler, sözde gaybdan haber veriyorlardı.
Gök cisimlerine bakıyor, bazı hesaplar yaparak geleceği okuyorlardı.
İşin en trajik yanı, bu çöküşü müneccimlerin durduracağına, böylece Osmanlı'nın geleceğini kurtaracağına inanılmasıydı!
Bu müneccimler, zaman içinde öylesine önemli hale geldiler ki İlmiye Sınıfı'ndan sayıldılar
*
Hele de 30 Ekim 1757’de tahta çıkan III. Mustafa…
Müneccim denen bu adamlara öylesine inanır oldu ki…
Müneccimbaşının sarayda karışmadığı iş kalmadı.
Savaş ilanından tutun, ordunun sefere çıkması, gemilerin denize indirilmesi ve donanmanın hareketi gibi en hayatî konularda bile “Uğurlu Vakit”leri o belirliyordu!
Bir de işin komik yanı vardı.
Müneccimbaşı, padişahın hoşuna gitsin diye gök cisimlerini tasnife tabi tutmuştu.
Güneş; cihan sultanı padişahı temsil ediyordu!
Ay, padişahın veziri; Venüs Çalgıcısı; Jüpiter kadısı; Merkür katibi; Satürn hazinedarı; Mars seraskeri idi!
*
O zamanların Prusya’sı…
Adaletten eğitime yaptığı devrimler sebebiyle, iktisadi ve askeri büyük başarılar elde etmişti.
Padişah III. Mustafa ise bu başarılara sebep olarak Prusya Sarayı'ndaki müneccimleri görüyordu!
Bu düşünceyle, Elçi Resmi Ahmet Efendi’yi huzuruna çağırır.
Prusya Kralı’na gitmesini, kendisinden Osmanlı için üç müneccim istemesini ferman buyurur.
“Ah! Şu üç müneccim İstanbul'a bir gelse Osmanlı tekrar o şaşaalı günlerine dönebilecektir!” diye düşünür.
Elçi Resmi Ahmet Efendi padişahın bu talebini Kral II.Friedrich’e iletir.
II. Friedrich bu tuhaf istek karşısında önce şaşırır.
Sonra şu cevabı verir:
“Bir; barış zamanında iyi talim etmiş kuvvetli bir orduya sahip ol.
İki; devlet hazinesini dolu tut.
Üç; tarih okuyup ibret al.”
“İşte benim üç müneccimim bunlar” diye de ekler.
*
Önceleri İslam dünyasında eğitime büyük önem veriliyordu.
Eğitim kurumları bireylerin gelişimi için yaygın olarak hizmet veriyordu.
Ne acı ki, 13. yüzyıldan başlayarak medrese müfredatı değiştirildi.
“Ulûm-u Diniye” adı altında yalnızca naklî bilimler okutulmaya başlandı.
“Ulûm-u Fenniye” denen matematik, astronomi, fizik, kimya, felsefe gibi aklî bilimler eğitim müfredatından çıkarıldı.
Kısaca akıl ve bilim dışlandı.
*
Bu yüzden matbaanın gelmesi dört yüzyıl gecikti.
Avrupa rönesansını yaparken, biz ne olduğunu bile anlayamadık.
Sadece seyrettik.
Ve en önemlisi, “Sanayi Devrimi”ni ıskaladık.
Yüzyılları heba ettik.
Saç-sakal risaleleri, kaç metre sarığın ne kadar sevaba tekabül edeceği gibi İslâm’ın da, hayatın da gerçekliğiyle hiç ilgisi olmayan gereksiz konuları tartışarak geçirdik.
Bütün bunların sonucu, iğneden ipliğe gâvura muhtaç hale geldik.
Ve çöküş mukadder oldu!
*
Sonuçta Türk Milleti kan ve gözyaşı içinde, asırlarca nice acılara, katliamlara, soykırımlara, sürgünlere maruz kaldı.
Yandı yıkıldı.
Tam yok oldu derken, Allah’ın lütfu, sanki bir mucize oldu da bu büyük millet Kurtuluş Savaşı ile yeniden küllerinden doğdu.
Doğmasına doğdu da…
Bilimde, teknolojide, sanayide, ekonomide yüzyılların geri bırakılmışlığını ve ihmalini kapatmak kolay değil.
O yüzden her alanda çok, ama çok çalışmak gerek!
Eğer bugünün kuşakları ter dökmezse, maazallah gelecek kuşaklar kan dökmek zorunda kalıyor.
*
Bütün bunları yazmama, Azerbaycan’da yapılmakta olan TEKNOFEST etkinliği sebep oldu.
Bu milletin her evlâdı gibi ben de bu “Teknoloji Festivali”ni gurur ve iftiharla izliyorum.
Savunma sanayisinde aldığımız mesafe beni mutlu ediyor.
Yüzyılların ihmalini ve açığını kapatmak hiç kolay değil.
Çocukken köyde Gazi Mıstık Dede’nin,
“İşimiz zordu len evlât! Gâvura çakmak çaldığım elimdeki mavzer bile gâvurun malıydı be…” sözleri hâlâ kulağımda çınlar.
*
Geldiğimiz nokta muhakkak çok önemli…
Ama asla yeterli değil!
Yapılması gereken çok iş, alınması gereken çok mesafe var.
Umarım,
Bu “TENOLOJİ FESTİVALİ” sadece bir festival olarak kalmaz…
Dilerim,
TÜRK MİLLETİ’NİN BÜYÜK RÖNESANSI'NA VESİLE OLUR!