2 Kasım 1943.
Dışarısı kış kıyamet...
Zifiri karanlıkta korkunç bir kar fırtınası...
Vahşi kurt ulumalarının yeri göğü inlettiği, yürekleri titrettiği bir gece...
Stalin canisinin emriyle bütün Karaçay köyleri Moskof askerlerince kuşatılmış.
Şeytani plan, bütün halkı Orta Asya'nın ücra çöllerine sürmek...
Hem de süngülerle, dipçiklerle, yaka paça hayvan vagonlarına doldurarak...
Galû Belâ'dan beri bu soğuk, bu karlı dağları, toyları, cırları ve sımsıcak yürekleriyle yurt yapan temiz kalpli "Ullu Karaçay" halkı kadın, çocuk, ihtiyar hepsi hayvan vagonlarına götürülüyor.
Amaç, daha sürgün yerine varamadan bu mazlum halkın yollarda kırılması...
Ortalık ana baba günü...
Feryatlar, iniltiler karanlıkta kaybolmuş dağlarda, vadilerde yankılanıyor.
Onlar da sağır, onlar da dilsiz...
Bu imdat, bu ümit çığlıklarına tek cevap, ne acı ki yine kendi çaresiz sesleri...
*
Bu ölümcül darbeyle Ullu Karaçay can çekişiyordu.
Zirveleri gökyüzünü delen Mingi Tav* bile, bu gece suskun ve küskün...
O Mingi Tav ki,
Bulutları delen karlı zirvesiyle, beli kamalı, mağrur bir Karaçay delikanlısını andırır.
O da bu gece çaresiz...
Sisler arasından, bir ölü gözü gibi uzak ve donuk bakıyor.
*
Adına sürgün diyorlar.
Ne sürgünü?
Bu tam anlamıyla bir soykırım...
Hesabı henüz sorulmamış bir soykırım...
*
"Karaçay" sözcüğünü her duyuşumda Anam ve Zeliha teyzem düşer yâdıma.
Onlar bu sürgün faciasından önce Anadolu'ya gelen kafilelerden...
Nasiplerine Eskişehir düşmüş.
Yaşayacakları yer öyle bir yer olsun ki, Kafkasya ve Karaçay ormanlarının havasını ve iklimini aratmasın istemişler.
Önce Yazılıkaya'ya yerleşiyorlar.
Sonradan bu günkü Akhisar Köyü'ne iskân oluyorlar.
*
Kader bu...
Bir zaman sonra Afyon'a, İsmail Köyü'ne önce Zeliha teyzem gelin gidiyor.
Ardından da Anam...
Teyzemin deyişiyle, bu onlar için "ikinci sürgün.".
Yaban ellerde iki Karaçay kızı...
Ne zaman birazcık boş zaman bulsalar hemen buluşurlardı.
Hele de kurt ulumalı uzun kış gecelerinde...
Ocak başında baş başa oturur, yanan kütüklerin çıtırtıları ve isli kandilin ışığında, düşle gerçek arası Karaçay'ın, Uçkulan'ın hayallerine dalar giderlerdi.
Bense, Anamın kucağında, onun kokusunu içime çeke çeke, teyzemin ışıklı gözlerine sokularak anlatsın isterdim.
Teyzem Karaçay şivesiyle anlatır da anlatırdı.
Arada Karaçay Cır'ları söylerdi.
Anlattıkları hikayeler, terennüm ettiği cırlar masalsı bir filmin kareleri gibi yer ediyordu çocuk belleğimde.
Hele de teyzem, hüzünlü ve titrek sesiyle Mingi Tav'ı söylerken...
"Ey karlı miyikleri
Kökleni teşgen Mingi Tav
Kaldım tış ellede
Kaldım karangılada
Ah cel bolup eselgeyedim dudey miyiklerinden
Ah sel bolup tüşelgeyedim ceşil eteklerinden
Ah bir çolpan culduz bolgeyedim
Her keçe...."
Diye uzayıp giden Cır'ı...
O söylerken çocuk muhayyilem boş durmaz, Mingi Tav'ın yüksek, sarp ve engin yaylalarında, Karaçay delikanlılarının destansı hayatlarıyla bütünleşen yurtseverliklerini işitir ve yaşardım sanki.
O delikanlıların, savaş alanlarını toya çeviren korkusuzlukları, dört nala giden atların kişnemelerine karışan toynak sesleri, teyzemin dilinden, ta o zamandan beri bir çığlık, bir bozlak, bir ağıt gibi hala yankılanıp duruyor ruhumda.
*
Eskişehir' atandıktan bir süre sonra idi...
Yüreğimde kımıldayıp duran hasret, gayriihtiyari beni Akhisar köyüne doğru sürükledi.
Sanki oraya varırsam anamı ve teyzemi görüverecekmişim gibi bir his...
Bardakçı köyünü geçer geçmez ayıktım.
Ben nasıl bir hayalin peşinden gidiyordum ki?
Biliyordum, Anam ve Teyzem buralarda değildi.!
Onlar çook uzaklarda;
İsmail Köyü'ndeki toprak damlı o kerpiç evin gıcırtılı kapılarının gerisinde,
Kuytu da kalmış o iğde ağacının gizli kokusunda,
Ve her ilkbahar mor-beyaz renkleriyle açan o haşhaş çiçeklerinin ıslak ve hüzünlü gülüşlerinde kaldılar.
Anlamıştım, bu yolculuk Akhisar Köyüne değildi.
Aslında bu yolculuk;
Yüreğimde silik hatıraları kalmış içimin uzak, çook uzak gurbetineydi...
(*Mingi Tav: Karaçay Türkçesi'nde ulu ve kutsal dağ.)