Felsefede metafiziğin en büyük konularından biri de “aşkınlık” ve “içkinlik” kavramları arasında anlam tartışmaları yapmaktır. Yani varlığa ilişkin sorgulamalarımızı, varlığın kendisini aşan bir nedene bağlı olarak açıklamaya çalışırsınız ki buna kısaca “aşkınlık” diyoruz; ya da bu sürecin herhangi bir aşkın varlığa referans vermeden kendi kendisini organize ettiğini söylersiniz ki bunda da “içkinlik” dediğimiz anlayış söz konusu olur.

Felsefe tarihinin başlangıcında varlığın ne olduğunu, nasıl ortaya çıktığını, mevcut düzenin nasıl sağlandığı gibi tartışmalar fiziğin ötesinde değil, bizzat fiziğin içinde bir arayışla yapılıyordu. Bu nedenle, bu konuda düşünen ilk bilim insanlarına “doğa filozofları” dendi. İlk nedeni aklıyla araştıran insanlar, daha sonraları Orta Çağ’a gelindiğinde dinin de etkisiyle aşkınlığa ve evreni düzenleyenin Tanrı olduğu fikrinin peşine düştü. Böylece “hakikati” arayanlar, aşkın bir düşüncenin izinden bin yıldan fazla süreyle sürüklendiler. Ta ki 19. yüzyılın ortalarında, canlılığın sırrını çözen İngiliz doğa bilimci Charles Darwin adlı bilim insanının ortaya attığı “evrim kuramı” sonucu, “aşkın” bir nedene dayanmaksızın işleyen bir sürecin, yani mümkün “içkinliğin” görkemli örneği ortaya çıkıncaya dek…

Evrim kuramı, canlıların doğal seçilim yoluyla zaman içerisinde değiştiğini ve çeşitlendiğini savunur. Darwin’e göre doğada her tür, çevresine en iyi uyumu sağlayabilmek için sürekli bir seçilim baskısı altındadır. Bu süreç, daha avantajlı özelliklere sahip bireylerin hayatta kalmasını ve genlerini gelecek nesillere aktarmasını sağlar. Bu anlayış, doğayı durağan bir sistem olarak gören klasik metafiziğe karşı, dinamik ve değişim temelli bir dünya görüşü ortaya koymuştur.

Bu kuram yalnızca biyolojiyi değil, aynı zamanda felsefi düşünceyi de derinden etkilemiştir. Evrim, doğayı sabit bir düzen olarak değil, sürekli değişen bir süreç olarak görmemizi sağlamış; insanın kökeni, bilginin doğası, ahlakın temeli ve Tanrı anlayışı gibi konularda yeni tartışmaların önünü açmıştır. Bu kuram, felsefi antropoloji alanında da çığır açmış, insanın doğadaki ayrıcalıklı konumunu temelinden sarsmıştır.

Böylece insanı kutsal bir mertebeye koyan anlayış yıkılmış; onun herhangi bir canlıdan farklı olmadığı, bilincinin evrimi ile oluşan aklı sayesinde diğer canlılardan daha farklı bir konuma ulaştığı anlaşılmıştır. Böylece bilim bir paradigmayı daha parçalamış, yaratılış efsanesi çökmüş ve insanın ilk atası, ilk canlıya kadar gerilemiştir.