Koronavirüs aşılarının imtiyazlı kişilere yapılması tartışmaları, yaygın aşılama seviyesine gelebilmek için uygulanacak takvimin belirsizliği önemli bir gündem maddesi olmayı sürdürüyor.
Diğer yandan, işyerleri uzun süredir kapalı olan esnafın, işsizlerin, aldığı ücretle ay sonunu getiremeyen milyonlarca kişinin içinde bulunduğu yokluk, yoksullukla ilgili sorunlar artarak devam ediyor.
Böylesine önemli ve derinlikli problemlerle uğraşırken “şiddet” konusu da toplumsal yaşamımızın her alanında karşımıza çıkıyor.
Kadına, çocuğa, yaşlılara, engellilere, hayvanlara aslında tüm canlılara karşı yapılan şiddetin örnekleri çoğalıyor.

Şiddetin toplumsal bir gerçeklik haline geldiği içinde bulunduğumuz ortamda üzerinde durmak istediğim başlık ise “Siyasal şiddet” konusu.
Siyasal şiddet, genel olarak iktidar veya bazı grupların siyasi amaçlarına ulaşmak için uyguladığı şiddeti ifade eder.
Siyasal şiddetin toplumun duygularını yönetmek gibi bir amacı vardır. 
Toplum içinde şiddet yoluyla yaygın bir korku ve endişe yaratmak, kutuplaşmayı, ötekileştirmeyi, gerginliği tırmandırmak bu kapsamda görülebilir.
Şiddetin siyasetin aracı olarak kullanılmasının acı örneklerine 1980 öncesinde binlerce gencin yaşamını kaybetmesiyle sonuçlanan sağ-sol çatışmalarında tanık olduk.
Dünyada ise aşırı sağcı, ırkçı ve şiddet yanlısı partiler son dönemde güç kazanıyor, ABD’deki son dönemde etkisini arttıran “nefret gruplarının” toplumsal barış açısından büyük bir tehdit oluşturduğunu gözlemliyoruz.

Yine ülkemize dönersek son günlerde iktidar ortağı partiyi eleştiren siyasetçilere ve gazetecilere sopalı, silahlı saldırılarda bulunuldu.
Bu bağlamda “1970’lerin sonundaki çatışmalı günlere mi dönüyoruz” sorusu soruluyor.
Konuyla ilgili şüphelerin yoğunlaştığı partinin yetkililerinin “Hareketin delisi çoktur” açıklamalarının kamuoyunu ikna etmediği ise çok açık.
Saldırı ile ilgili failleri yakalamak ve olayı çözmek durumunda olan İçişleri Bakanı’nın “bireysel tepki” ifadesini kullanmasını ise siz okuyucuların takdirine bırakıyorum.
Ayrıca bir hukuk devletinde sosyal medya aracılığıyla konuyu soruşturan savcıların tehdit edilmesini ise anlamak gerçekten mümkün değil. 
Kutuplaştırıcı siyasetin bir parçası olarak öfkeyi canlı tutmak, kendi taraftarlarını konsolide ederek eylemlere yöneltmek “güvenlik toplumu” için büyük bir tehdittir. 

Şiddet ve terörü siyasetin aracı olarak kullanmak isteyen çevrelere karşı devletin hiç bir şekilde ayrımcılık, ihmal ya da korumacılık içinde olmaması temel bir beklentidir.
Devletin, kurumsal yapı olarak şiddet uygulamaması, şiddet uygulayan kişi ya da gruplara karşı da kendisine muhalif olup olmadığına bakmadan tavır alması beklenir.
Bu noktada belirtelim, CHP Genel Başkanına yumruk atan, linç girişimi karşısında sığındığı evi yakmaya çalışanlara yönelik devletin ve yargı organlarının uygulamalarının bu anlayışa girdiğini söylemek mümkün değil.
Ayrı bir yazı konusu ama kısaca belirtmek gerekirse siyasal şiddetle baş etmenin önemli yollarından biri şiddet üreten toplumsal kesimlerin zihin dünyasının değiştirilmesidir.

Anayasada tanımlanan demokratik hakkını kullanarak gösterilere katılan kişileri, mevcut yönetimi ifade özgürlüğü kapsamında eleştirenleri “terörist” olarak yaftalamak da aslında siyasal şiddetin bir parçası olarak değerlendirilebilir.
Yaratılan terör algısı ve terörist suçlaması ile kitleler örseleniyor, ötekileştiriliyor ve katılımcı demokrasi büyük bir yara alıyor. 

Şiddet ve terör artık içinde bulunduğumuz modern çağda siyasetin aracı olmamalı.


Not: Yazıda üzerinde durmaya çalıştığım siyasal şiddeti kullanan çevrelerin hedefi haline getirilerek 24 Ocak 1993’te düzenlenen hain bir saldırı sonrasında yitirdiğimiz gazeteci yazar Uğur Mumcu’yu aramızdan ayrılışının 28. Yıldönümünde özlemle anıyorum. “Adalet ve Demokrasi haftasında” karanlık güçlerin saldırılarıyla yaşamını yitiren tüm demokrasi şehitlerimizin anısı önünde saygıyla eğ