Ruh ve beden ayırımının yapıldığı eski zamanlardan beri ruh kavramına zihin, benlik, öz gibi terimler yakıştırılmış ve insanın maddi olmayan kısmı olarak ele alınmıştı. Teolojide ise ruh, kişinin ilahîliğe eşlik eden kısmı olarak tanımlanmış ve genellikle bedenin ölümünden sonraki varlığını sürdüren kısmı olarak anılmıştır. Platoncu ve Kartezyen felsefeden (Ortaçağ skolastik düşüncesinin alaşağı edilip yerine ‘aklın’ temel alındığı düşünme biçimi) miras kalan bu düalist düşünce hala bazı aklı başında insanlar tarafından bile modası hiç geçmeyen bir düşünce tarzı olarak sürdürülmektedir. O günlerden bu yana ruha beyin içinde bir yer aranmaktadır. Öyle ki metodik şüphe anlayışının öncüsü René Descartes (1596-1650) ruhun beynin tam ortasında bulunan “epifiz bezinin” içinde oturduğunu öne sürmüştür. Üçüncü göz (kalp gözü) de denen antik çağlardan bu yana bilindiği halde son yıllarda bilim insanları tarafından yoğun olarak araştırılan uyku ve uyanıklığı düzenleyen, serotonin ve melatonin hormonu salgılayarak vücuda dağıtan “çam kozalağı” şeklindeki epifiz bezi, vücudun biyolojik saatini düzenleyen en önemli organdır. Işık olduğunda uyuyamamanın nedeni melatonin salgısının kesilmesindendir. İnsan aklı fizyolojik işlevleri olan anatomik yapıları bile bazen olmadık oluşumlara yuva yapabiliyor, ama uygarlık ilerledikçe zamanında öne sürülen bilim dışı savlar insanın dudaklarında ancak gülümseme yaratıyor…

İlk büyük psikiyatrlardan biri olan Wilhelm Griesinger’in “ruh hastalıkları aslında beynin hastalıklarıdır” demesiyle paradigma yıkılmış olsa da insanoğlu takıldı mı aklının kurguladığı hayallerin peşine, idealizmin pençesinde kıvranır durur. Bugün de ziyadesiyle tanık olduğumuz, TV ekranlarından hiç inmeyen, “ruh hastası” dediğimiz kişiler gerçekte ruh hastası mı, kişilik bozukluğu mu yoksa akıl hastası mıdır? Bence hiçbiri değil! Onlar beyinlerinin kendilerine oynadığı oyunu sergiliyorlar. Gençliklerini bir Taliban müridi Gulbeddin Hikmetyar‘ın dizinin dibinde oturarak geçirmenin bedelini ödeyenler olduğu gibi siyaset piyasasında göründüğünden beri kendisine bir düşman ulus belleyip kıvıra kıvıra soldan sağa savrulanlarda var. Beyinleri işi o kadar ileri götürüyor ki; kadın katili, şeriatçı, Ortaçağ kalıntısı Taliban’ı ülkelerinden Amerika’yı kovmaları nedeniyle Kuva-yi Milliye Hareketi ile kıyaslayıp, Atatürk’e benzetebiliyorlar. Hiç kuşkunuz olmasın hepsi Taliban ile aynı yolun yolcusu, Cumhuriyet devrimlerinin katıksız karşıtlarıdırlar. İçlerinde bu duruma içerleyenleri mutlak vardır ama günahları o kadar büyük ki şu anda seslerini çıkaramazlar, çıkarmak istediklerinde ise umarım çok geç olmaz. Bugünleri asla unutmayacağız, yaşadıklarımız ve biriktirdiğimiz anılar kimsenin bizden alamayacağı tek mülkümüzdür…