Bundan yaklaşık 20 bin yıl önce buzul çağında ölmemek için tüm enerjimizi harcayan ve dünyada sıradan bir tür olarak hayatta kalmaya çalışan, basit Homo Sapienslerdik. Dünyanın neredeyse tamamı kar ve buzullarla kaplıydı. O zamanlar avcı ve toplayıcı küçük gruplardık. Bulacağımız her yemiş, avlayacağımız her hayvan insanlığın kaderini belirleyecek, belki de bugünlere ulaşmamızı sağlayacaktı. Sonuçta o uzak atalarımıza çok şey borçluyuz. Yemek bulmak ve barınmak o kadar zordu ki bunu anlayabilmek bugünün şartlarında aslında olanaksız. En ufak yaralanma, hastalık ve açlık karşısında ölümün olağan ve yaşam süremizin ortalamasının 30 yıl olduğu bir dönemden söz ediyoruz. Bulabildiğimiz ağaçlardan meyve ve yemişler topluyorduk. Ancak gelişen vücut ve beynimiz için alınan enerji yetmedi, protein dolayısıyla et tüketme gereksinimi doğdu. Kendimiz, grubumuz ve çocuklarımız için büyük zorluklarla avlanıyorduk, şanslıysak ve avlandıysak ateş yakardık. Ateş hem sıcak hem de koruyuculuk görevi yapardı, bu yüzden etrafında toplanırdık. Ateş varsa güvenlik ve yiyecek var demekti. Bu kültürel kod halen hepimizde bir dürtü olarak devam ediyor, ateşin etrafında veya ışığın yanında rahatlamamızın nedeni bize atalarımızdan mirastır...
İki ayağının üstünde yürümeyi başardıktan sonra yonttuğu taşlardan bir uygarlık yaratmayı öğrenen insanlık evrendeki rolünün hep büyük olduğuna inandı. Hele aşkın bir varlık tarafından yaratıldığımızı keşfettikten sonra onun sevgili kulları olduğumuz gerçeğine(!) ulaşmamız çok kısa sürdü. Ancak içimizden bazı münafıklar çıkarak gerçeğin öyle olmadığını da yüzümüze vurmadılar değil. Mesela Kopernik, Galileo, Bruno, Darwin gibi birileri çıkıp evrenin merkezinin insan olmadığını bir güzel anlatıverdiler hepimize. Gerçi bunu kabullenmemiz pek kolay olmadı, hatta beş yüz yıl kadar sürdü bile diyebiliriz. Hatta o kırılma noktalarını oluşturanlara yaptığımız eziyetlerden ötürü onlardan özür dilemeyi sürdüren bazı makamlar var günümüzde. İçimizde dünyanın merkezinde olmadığımızı hala kavrayamamış olanlar da olacak ki; yeryüzü insanlığın emrine amadeymişçesine, her oluşumu insanın yararına sunulmuş bir armağan olarak görmekten hiç vazgeçmedik. Hatta tavuğun bize yumurta vermek için dünyaya gelmiş olduğuna inananlarımız bile var. Hayvanları doğal yaşamlarından koparıp telef ettik, nehir yataklarını değiştirdik, okyanusları çöplüğe dönüştürdük, ormanları kereste imalathanesine çevirdik, yeryüzünün altını üstüne getirdik ve tüm küresel felaketleri göz ardı etmeyi öğrendik. Halen, yerkürenin kaynaklarının hiç tükenmeyeceğini sanıp, kendimizin tüm canlılarla ortak bir atadan gelemeyecek kadar değerli olduğumuzu sanarak, bir gaflet uykusunda, sonumuzu kendi ellerimizle hazırlıyoruz…