“Tarik” yol demek, “tarikat” da bir dinin içinde, özellikle İslam’da, tasavvufa dayanan ve kimi ilkelerle birbirinden ayrılan kollardan, Tanrı’ya kendine özgü bir tarzda ulaşma savında olan yollardan her biri anlamına geliyor. Tarikatlar ve cemaatler sadece bir binadan ibaret olmadığı için kapıya kilit vurunca kapanmıyorlar. Bunlar; etki alanlarındaki “müritlerin” neyi, nasıl yapacağından ne giyeceğine ne yiyeceğine, nerede çalışacağına ve hatta kimle evleneceğine kadar karar mekanizmasını elinde tutan kurumsal yapılar olduğundan, asıl sorun bir an önce kamusal alandan çıkmalarının sağlanmasıdır. Örneğin yurt konusu kamusaldır, siyaset kamusal alandır. Kesinlikle yurtlar derhal kapatılmalı, tarikat ve cemaatlerin siyasetten çekilmeleri sağlanmalıdır. Öncelikle bu iki unsur yerine getirilirse işlevleri körelecektir. Konu sadece yoksulluğa bağımlı değildir, maddi durumları iyi olan bazı ailelerin çocukları da bile isteye bu yurtlara verilmektedir. Amaç insanı kimliksizleştirmek, birey olmaktan çıkarmak, gurup halinde hareket etmelerini sağlamaktır. Çağdaş toplumda birey olarak kimlik sahibi olmak varken, tarikat üyesi olarak yaşamını sürdürme zorunluluğu dayatılıyor. Çünkü birey ve yurttaş olmuş kimseleri yönetmek zorken, sürü halinde yaşayan grupları kullanmak ve yönetmek daha kolaydır. Günümüz egemenlerinin bilinçli politikalarının ürünü olup, amaç farkındalığı olan örgütlü kitleler yerine söz dinleyen kalabalıklar yaratmaktır…
Bir ülkenin yöneticisi kendisinin çoban olduğunu söylüyorsa; vatandaşını isterse güdecek, isterse kurban edecek demektir. Koyun olmayı kabullenen kitlelerin düşünceleri “dini referans” üzerinden gelişir. Oysaki yaşamın anlamı; Portekizli büyük şair, filozof Fernando Passeo’nun “hayatın en büyük gizemi hayatın hiçbir gizemi olmadığıdır” sözünde saklı. İnsan kendi zihniyle kavranabilecek bir dünya olduğunu kabul etmezse eğer, düşünmeye de gerek kalmaz. Aslında “aydınlanma” budur. Bir yerde okumuştum “devrim elmasının içinde “karşıdevrim” gericiliğinin kurdu da bulunurmuş. Diyalektiğin gereği gerici siyaset de devrimci siyaseti besler ve tetikler, devrimler tarihin akışı yönünde olduğu için akıntıya karşı kürek çeken gericiliği mutlaka yener. Bizde işler biraz garip ve yavaş seyretse de ülkemizde ilerleme yönünde devinen devrimci Cumhuriyet, bağnaz gericiliği önünde sonunda yenecektir. Batı dinde gerçekleştirdiği “Reform” hareketi ile günlük yaşamını din baskısından arındırmayı, sanatta, edebiyatta, felsefede yani yaşamda yaptığı “Rönesans” sonucu da düşünmeyi öğrendi. Türkiye Şeyh Bedrettin’i de Marks’ı da ne tarihçilerden ne de Marks’ın kendisinden öğrendi. Hepsini Nazım’ın olağan üstü dizelerinden anlayan, kavrayan ve seven bir toplumuz. Egemenlerin tarihçileri zaten yazmaz bunları, biz az lafla çok şey söyleyen şiirleri severiz. Bir de gençliğe güveniriz; Ahmet Arif ne demişti: “Gör, nasıl yaratılırım / Namuslu genç ellerinle / Kızlarım / Oğullarım var gelecekte / Her biri vazgeçilmez cihan parçası / Kaç bin yıllık hasretimin koncası / Gözlerinden / Gözlerinden öperim / Bir umudum sende / Anlıyor musun?..”