17 Ağustos 1999 sabahı saat 03.02’de yaşanan Marmara Depremi, Türkiye’nin hafızasında derin bir yara açtı. 7.4 büyüklüğündeki deprem yalnızca 45 saniye sürdü; ancak binlerce hayatı söndürdü, milyonlarca insanın yaşamını kökten değiştirdi.

Resmî kayıtlara göre 17 bin 480 yurttaşımızı kaybettik, on binlercesi yaralandı. Yüz binden fazla bina ya yıkıldı ya da ağır hasar gördü. Kocaeli’nden Sakarya’ya, Yalova’dan İstanbul’a kadar geniş bir coğrafyada milyonlarca insan felaketin etkilerini hissetti. Bugün, aradan 26 yıl geçmesine rağmen acının izi hâlâ taze.

Bu büyük yıkım bize bir gerçeği acı biçimde öğretti:

Deprem öldürmez, bina öldürür. Depremin doğal bir afet olduğu tartışılmaz; ancak asıl trajedi, insan eliyle yapılan dayanıksız binalarda ve ihmaller zincirinde saklıdır. Bilimin ve aklın ışığında hareket edilmediğinde, rantın ve kısa vadeli kazançların uğruna alınmayan önlemler, en büyük bedeli can kaybıyla ödetiyor.

O günün üzerinden 26 yıl geçti. Ancak ne yazık ki bugün hâlâ imar aflarıyla riskli yapılar yasallaştırılıyor, fay hatlarının üzerine ruhsatlar veriliyor, deprem toplanma alanları beton yığınlarına terk ediliyor. 6 Şubat 2023’te yaşadığımız felaket de gösterdi ki, ders çıkarılmadığı sürece tarih tekerrür etmeye devam ediyor.

Deprem bir kader değildir. Kader haline getirilen; ihmal, denetimsizlik ve rant uğruna insan hayatının yok sayılmasıdır. Depremlerde kayıpları en aza indirmenin tek yolu; bilime, mühendisliğe ve liyakate dayalı bir planlamadır.

Bugün 17 Ağustos’un yıldönümünde, yitirdiğimiz canları rahmetle anarken, aynı acıları tekrar yaşamamak için yüksek sesle sormak zorundayız: Bundan sonra gerçekten ders çıkaracak mıyız, yoksa “unutmaya” mı devam edeceğiz?