Ünlü Japon yazar Hariki Murakamı Guardian gazetesinde Steeven Pool ile yaptığı söyleşide “okuma” konusunda çok iyimser yaklaşım sergiliyordu: “Bana kalırsa, nüfusun yüzde 5’i ciddi okurlardan oluşuyor. TV’ deki iyi bir program da olsa, onlar kitap okur. Toplum bir gün yasaklarsa onlar bir ormana saklanıp kitapları düşünürler. Onların varlığına güveniyorum.”
Notuma bakıyorum, çok uzaklarda değil, 14 Eylül 2014 günü Taraf gazetesinde yer almış.
Bugün yapılan gözlemler, oluşturulan istatistikler Murakami’ yi doğruluyor mu?
Okuma konusunda birbirine karşıt iki görüş var: Görüşlerden biri, baskısı yapılan yayınlardaki sayısal verilerden yola çıkarak Murakami’ye yakın duruyor. Diğer görüş, iletişim kanallarının çoğalması, sindirilebilir sığ içerikle yetinme eğilimini artırıyor; o nedenle, kısa mesajla iletişim kurma eğilimi güçlenirken, derin düşüncenin gerektirdiği okumanın giderek azaldığını söylüyor.
Bir başka boyuta Horace Engdah çok satma eğilimli yayınları eleştiriyor: “ İnsanların yazdıkları kitaplardan para kazanmalarının baştan çıkarıcı olduğunu anlıyorum, ama bunun yazarı toplumdan kopardığını, özel kurumlara ya da devletle sağlıksız bir ilişkiye soktuğunu da düşünüyorum.”
İnsanların toplumsal örgütlenmelerinin arka planını oluşturan “entelektüel birikimlerin dinamikleri” üretim, ulaşım ve iletişim teknolojilerinin iç bütünlüğünün yarattığı eğilimlerden ciddi biçimde etkileniyor.
Önemli olan şu: Günü kurtarmanın ötesinde, yaşamı nasıl anlamlandırdığını sorgulamayan, böyle bir kaygı taşımayan insanlar “kulak kirliliğinin” selinde sürüklenirken; geleceği karartabilecek karanlık güçlerin arkasında durabiliyor.
Okuma alışkınlığının zayıflaması, kısa mesaja dayalı sindirilebilir sığ içeriklerin yarattığı “kitle algısı” kök sorunların çözümüne katkı yapmıyor.
Tanımlamaya çalıştığımız eğilim, o eğilimin yarattığı ortam ve iklim özellikle gelişme sürecini tamamlamamış ülkelerde çok tehlikeli bir tuzak… Ayrındı bilgisi ve bileşen dinamiklerinin derinliğine inme yerine, kısa mesajlı iletişimin test edilmemiş malumatfuruşluk çok ciddi kaynak israfı yaratıyor. Başta en değerli varlığımız olan insan kaynağı çarçur ediliyor.
Her akşam evimize gidip, başımızı sıcak yastığa koyunca, kendi içinde alabildiğine özgür olan ve adil olmasının da hiçbir engeli olmayan zihnimize sormalıyız: Bugün, kendimize, yakınlarımıza, yaşadığımız yere, ülkemize, ülkemin insanlarına, bütün insanlığa çok küçük de olsa ne değer kattım?
Soruya yanıtımızı net olarak verebiliyorsak doğru yoldayız… Gönül rahatlığıyla vereceğimiz bir yanıtımız yoksa, o zaman insan olmayı ve insan olmanın anlamını bir kere dana sorgulayalım.
Okumamız, ayrıntının izini sürmemiz, karşılaştırmalar yapmamız, kulak kirliğinden uzak durmamız ve kendimizi bilmemiz bireysel olmanın ötesinde bir insanlık sorunu…
Ne dersiniz sevgili okuyucu? Haksız mıyım?