Felsefe ilk kez Anadolu’da o zamanki Antik Yunan’da başlamış, ortaya çıkışındaki temel problem ise varlık konusunu irdelemek olmuştur. Bunu “var olanı var olması bakımından ele alma “olarak düşünebiliriz. Bu düşünce bizi “arkhe (arke)” kavramına götürür. Kelime anlamı itibariyle ilk, ana, başlangıç demek. Felsefede ise Arkhe, varlığın temelinde yer alan ana maddeyi bulma arayışı olarak dile getiriliyor. Basitleştirecek olursak, arkhe’yi filozofun “başlangıçta ne vardı?” sorusuna verdiği cevap olarak düşünebiliriz. Bu soru sorulmadan önce, çok tanrılı antik Yunan’da var olan tanrılar doğaüstü varlıklar olmasına karşın yine doğanın içindeydiler. Felsefe, mitolojide doğa olaylarından sorumlu olarak gökyüzünde dolaşan tanrıların yeryüzüne indirilmesi ile başladı ve “Mitostan Logos’a” diye anıldı. Yani özetle felsefe, efsanelerden akla geçiş sürecidir. İlk filozoflar MÖ. 6 yüzyılda bugünkü Aydın ilinin sınırları içinde kalan Milet’de yaşamış olan Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes’dir. Arkhe olarak biri suyu, öbürü sonsuzluğu, diğeri de havayı göstermiştir. Milet’li üç filozof dışındaki diğer doğa filozofları da başlangıç ilkesi olarak genelde doğadaki dört elementi işaret etmişlerdir: Hava, su, toprak ve ateş. Böylece evrenin temelini oluşturduğu düşünülen kavram doğa üstü güçlerle değil, insan aklıyla ve insanın doğa üzerine yaptığı gözlemler sonucu açıklanmaya çalışmıştır. Doğal olayların doğal süreçlerle açıklanması, düşünce tarihinde çok önemli bir kırılmayı ve daha önce hiçbir kültürde görülmemiş bir başlangıcı oluşturmuştur. Elbette günümüzde bu filozofların gösterdiği ilk nedenlerin doğru olmadığını biliyoruz. Ancak önemli olan sorunun yanıtı değil, sorunun kendisi, hatta sorunun sorulmaya başlanmış olmasıdır…
Peki bazı insanlar durup dururken niye soru sorma gereksinimi duyarlar? Yanıtı meraklı insanların daha çok soru sormaya eğilimli oldukları yönündedir. Çünkü merakın karşı konulmaz bir çekiciliği, insanı ele geçiren bir karşı konulmaz olduğu kadar, aynı zamanda insanı endişelendiren, rahatsız edici bir deneyimi de içerebilir. Hatta insan beyninde bu apayrı iki duygu eşzamanlı olarak bulunabilir. Uygarlıklar hep şüpheye düşen, merak eden akıllı insanların omuzlarında yükselmiştir. Bir merakı tatmin etmek; güzel bir mekânda iyi bir şarap eşliğinde görkemli bir yemek yemenin hazzını verir mi? Ya da sevmenin, âşık olmanın verdiği insana özgü duyguyu tattırır mı? Anlamanın verdiği hazzı hiçbir şey veremezmiş. Yapılan Fonksiyonel MR görüntülü çalışmalar sonucu bazı insanlarda tatmin edilmiş “bilimsel merakın” mutluluk hormonları salgılatıp, beynimizdeki haz merkezlerimizi coşturduğu saptanmıştır. Nerden nereye geldik: Arkhe’den meraka, oradan mutluluk hormonuna, oradan da yaşamdan keyif almaya. İnsanın insan olabilmesinin gizeminde saklı bu ilerleme. Niye bazıları insan olmanın önünde engel oluşturuyor? Bu akışın önüne geçmek mümkün mü? Ne diyordu Nazım Usta: “Heraklit, Heraklit!.. Kabil mi akar suya vurmak kilit?..”