İnsan, diğer varlıklardan kendi varoluşunu sorgulama yetisiyle farklılaşmaktadır. Öyle bir varlıktır ki insan; varoluşun yalnızca belirli nitelikleri değil, başlı başına kendisi onun için bir sorunsaldır. Bunun nedeni, kendi varlığının sonluluğunun farkında olmasındandır. İnsan, daima ölümün gölgesinde yaşayan belki de tek hayvandır.

Mesela Nietzsche, “Tragedyanın Doğuşu” adlı eserinde hayatın gerçek anlamının onunla baş edemeyeceğimiz kadar dehşetli olduğunu; bu nedenle, eğer varlığımızı sürdüreceksek kendimizi avutucu yanılsamalara ihtiyaç duyacağımızı belirtir. Sophokles, “Kral Oedipus”’ta son yargıyı “Hiç kimse ölünceye ve sonunda acıdan kurtuluncaya kadar mutlu sayılmaz.” şeklinde belirtir.

Bu durum, “tragedyaların” kaçınılmaz sonu olarak insanın varoluş sorununa bir yanıt olabilir; ama ona hiçbir çözüm getiremez. “Hayatın anlamı nedir?” sorusunun bir yanıtının olması, ama bu yanıtın ne olduğunu hiç bilemeyecek olmamız da mümkün görünüyor. Ancak hayatın anlamı kuşkusuz insanın yaşam, bilinç ve gelişim düzeylerine göre değişebiliyor.

Varoluşsal olarak insan türü, dünyaya geldikten sonra şekil almaya başlıyor ve oluş sırasında dönemsel olarak hayata da anlamlar yüklüyor. Bu anlamın niteliği ve özü; çocuklukta başka, gençlikte başka, olgunlukta başka, yaşlılıkta daha bir başka oluyor.

Hayatın anlamı, aynen insan yaşamının gösterdiği değişkenlikler gibi, sorgulanmaları büyük ölçekte kanıksanmış roller, inanışlar ve gelenekler krize girdiği zamanlarda ortaya çıkma eğilimi gösteriyor. Bunun en iyi örneklerinden biri, Martin Heidegger’in “Varlık ve Zaman” adlı eserinde ortaya koyduğu argümanlardır. Kitabın “Birinci Dünya Savaşı”nı izleyen karmaşa dönemlerinde yazılması; ikincisi ise Jean-Paul Sartre’ın “Varlık ve Hiçlik” adlı eserinin “İkinci Dünya Savaşı” ortasında yayınlanması olarak gösterilebilir.

Varoluşçuluğun genel olarak insan hayatının anlamsız olduğu anlayışıyla, savaşı izleyen yıllarda serpilip gelişen bir düşünce akımı olması rastlantı olmasa gerek. Belki bütün insanlar hayatın anlamı üzerine düşünüyordur; ama bazıları geçerli tarihsel nedenlerden ötürü onu çok daha şiddetli bir biçimde içselleştirmeye sürüklenebiliyor.

Antik Çağ’da mitolojinin, Orta Çağ’da dinin insanlığı hayatın anlamı hakkında yönlendirmesi kaçınılmazdı. Hayatın size özgü ve başkalarının hayatlarından tamamen farklı bir anlam taşıyabileceği fikri bazı zamanlarda pek rağbet görmeyebiliyor. Bu anlam, onun daha büyük bir bütün içindeki işlevinden ibaret kalıyor.

Kişisel fikrim, hayatın anlamının bilincimizin gelişimiyle yükselen bir değeri olduğu şeklinde. Nihai hedef ise dünya nimetlerinin eşit olarak paylaşıldığı bir dünyada yaşamak olsa gerek.

Not: Geçmişte yazdığım bu yazıyı yeniden gündeme getirmek istedim. Bu konuda ileri okuma yapmak isteyenlere önerim: “Hayatın Anlamı”, Terry Eagleton, Ayrıntı Yayınları, 2017.