Onu kucağıma aldığımda kendi kedilerimin bebekliklerini ve o zamanki boyutlarını çoktan unuttuğumu fark ettim. O öylesine minikti ki; Fındık, Kuki, Miço ve Bebiş’in yanında minyatür biblo gibi kalıyordu. Ama minicik halinde bile olağanüstü mücadeleci, kavgacı, yaşama dört elle sarılan bir tavrı vardı. Doğduğu gün bu içgüdü ona tabiat ana tarafından verilmişti. Ve bu kedicik bana rastlamakla tüm bu güdülerinin karşılığını fazlasıyla buldu.

Ya öbürleri ve çoğunlukta olanlar? Daha doğdukları gün anneleriyle yaşam bağları kopartılan, dünyayı görecek gözleri açılmadan onlardan koparılan yavrucuklar?

İsyan ediyorlardı yaşama gelişlerine ve onu devam ettirecek bağlarını koparanlara: Miyav, miyav, miyav. Çok küçüktüler. Karton bir kutunun içindeydiler. Kimler, neden bilinmez, sırılsıklam etmişti korunmasız bedenlerini. Zaten açtılar, anne sevgi, şefkat ve himayesinden çok uzaktılar.

Tek savunma araçları olan sesleriyle, küçücük bedenlerinden beklenmeyen bir güçle miyavladılar. Etraftakilerin nasılsa vicdanlarını sızlattılar. O, kenar semtteki ufak bir bahçenin içindeki eve sığınan ailenin yufka yürekli kadıncağızına duyurdular seslerini. Alıp onları evine sabaha kadar kaşık kaşık süt akıttı ağızlarına. Ama bir kere yaşamla aralarındaki şeffaf, parlak kurdele kesilmişti. Daha fazla dayanamadılar; önceleri üçtüler, ikiye düştüler, sonra da hep birden gidiverdiler. Zaten hiç yaşamamışlardı ki.

Onlar, o kedicikler, çoğu zaman yanlarından hiç fark etmeden geçtiğimiz, ‘pisst’ deyip kovup itelediğimiz, bazılarımızın tüyünden sakındığımız, evimizden kovaladığımız, yolumuza çıktığında arabamızın süratini kesmediğimiz, ezip geçtiğimiz…

Bir dinleyebilsek kalp atışlarını, tık, tık, tık… Öylesine güçlü çarpmakta ki. Bir duyabilsek ince, mağrur ama sevgi ve şefkat isteyen miyavlamalarını… Görebilsek, Yaradan’ın onları ne denli özenerek yarattığını. Gözlerinin sürmelerini, damaklarındaki peygamber mührünü, burunlarının nemini, bana mısın diyen ressamların çizemeyeceği desenli tüylerinin yumuşaklığını…

Bir keşfedebilsek, ah bir duyumsayabilsek. Hani Yıldız Kenter’in bir filmindeki beyaz kediciğin, sahibesinin ölümünden sonraki çaresizliğini, yalnızlığını taa içimizde hissedebilsek! Keşke.

Ben inanıyorum ki insanlık tüm bu duyarlılığın bilincinde olabilse, farkına varabilse, her şey çok daha başka olacak. Belki de savaşlar bitecek. Gelişmiş ülkeler tıka basa doyarken Afrika’da, Gazze’de çocuklar açlıktan ölmeyecek. Doğa katliamları son bulacak, rant amaçlı ağaç kıyımları, kıyı talanları bitecek. Ormanlar öyle içimizi yaka yaka kül olmayacak.

Tekir kedicikler, türlü cinsten köpecikler hep ama hep mutlu doğacak, mutlu yaşayacaklar. Vicdansız yasalarla beton hapishanelere tıkılmayacak, kuşların göç yollarına hava limanları yapılmayacak, caretta carettaların yaşam alanlarına turistik(!) çirkin yapılar kondurulmayacak. Göl kuşlarının yuvaları sazları kurutmak bahanesiyle yakılmayacak. “Bugün hırladı, yarın havlayacak, köpekleri gelin, alın” diye akıl almaz telefon mesajları, CİMER şikâyetleri yapılmayacak. Hiçbir mülki amir de, kamu güvenliği sağlamak adına “toplayın şu köpekleri” diye genelge yayınlamazdı o zaman.

Ah! Bir hissedebilseler onları. Ah, bir yürekten duyabilseler seslerini. Ah, onlar gibi bir öğrenebilseler sevmeyi; ödünsüz, karşılıksız, çıkar hesapsız, ah!..