Günlerden beri beklenen “IŞİD’İ Musul’dan çıkarma harekatı”, beraberinde bir çok soru işaretiyle birlikte başladı.

Tabii ki en büyük soru işareti, Türkiye’nin harekattaki yeri, konumu ve durumu.

Görünen o ki, ülkemiz –en azından şimdilik- operasyonda yok! Lakin, meselenin her bakımdan tam içindeyiz.

Özellikle de Türkiye’ye gelmeleri “mukadder görünen” sığınmacılar bakımından konunun merkezinde yer alıyoruz.

Savaştan kaçan en az 100 bin Irak’lının Türkiye’ye sığınacağı öngörülüyor. Sığınmacı sayısını 1 milyon olarak tahmin edenler var.

Ülkenin her yerine dağılan Suriyeliler zaten hayatımızın bir parçası artık. Değişik yerlerde ufak- tefek olaylar görülse de, insanlarımız yadırgamıyor onları.

Irak’tan Türkiye’ye göç de, geçmişte görmediğimiz mesele değil.

Saddam’ın askerlerinin 1988 Mart’ında Kürtlere karşı yaptığı Halepçe katliamının ardından, bölge insanının “can havliyle” kaçtığı yer Türkiye olmuştu.

Uludere ilçesinin dağlık kesiminde bulunan Işıkveren sınır bölgesi, en yoğun mülteci akımının yaşandığı yerdi.

O mülteci akını sırasında, TRT muhabiri olarak SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ile birlikte bölgeye gitmiştim.

Uludere’de askerler, Erdal İnönü ile bizi askeri bir arazi aracına bindirerek dağda mültecilerin en yoğun olduğu bölgeye çıkarmışlardı.

Yukarı çıktıkça, inanılmaz yoğunlukta bir yağmur bastırmıştı.

Mültecilerin biriktiği yere geldiğimizde, hayatımda daha önce ve sonra hiç karşılaşmadığım, bundan sonra da karşılaşacağımı sanmadığım bir “manzara” bekliyordu bizi.

İnsanlar, Saddam’ın Halepçe’de kullandırdığı zehirli gazdan kaçabilmek için, yanlarına en ufak bir eşya almadan yollara düşmüşlerdi. Gecelikle sokağa fırlamışlar, çocuklarını sürükleyerek bir an önce o lanetli kenti terk etme derdine düşmüşlerdi.

Üşümelerini önleyecek bir palto ya da manto, çocuklarını saracakları bir battaniye, yağmurdan azıcık korunabilecekleri bir şemsiye bile alamamışlardı.

Kimisi ayakkabı bile giyememiş, bazıları terlikle yola düşmüştü.

Sonra da, sivri taşlarla, dikenli otlarla kaplı ve büyük bölümünde çamurlaşmış toprak bulunan dağın yamacından tırmanmışlardı.

Çıktıkları yer, bir sınır taşının bile bulunmadığı Işıkveren bölgesiydi.

Bölgede onları Türk askerleri bekliyordu. Askerler, henüz oluşturulmamış mülteci kamplarının hazırlanmasına kadar sınırdan aşağı inmelerine izin vermemişti.

Orada binlerce kişi yağmur altında bekliyordu.

Bırakın bir şemsiyeyi, bir market poşeti bulabilenler bile kendini şanslı sayıyordu.

Poşetleri ortalarından yırtıp, iki uçlarına ağaç dalları geçirip yalnızca kafalarını altına sokabilecekleri bir çadır yapmaya çalışıyorlardı.

Bu arada Türkiye tarafında müthiş bir yardım kampanyası başlamıştı.

İnsanlar Uludere’ye kadar geliyor, ellerinde giysi ve yiyecek maddesi dolu çuvallarla dağı yürüyerek tırmanıyorlardı.

Mültecilerin yanına ulaşan çuvalların boşalması bir dakika bile sürmüyordu.

Halepçe’nin sivil halkıydı bunlar. Genci, yaşlısı, kadını erkeği, çoluk çocuğu ile bize sığınmışlardı.

Türkiye onları geri göndermedi. Çeşitli kamplara yerleştirildiler. Sonra bir kısmı Güneydoğu illerine yerleşti. Bazıları geri döndü.

Lakin, tarih boyunca durulmamış bir coğrafyada yaşamalarının bahtsızlığı peşlerini hiç bırakmadı.