(Evet eski bir yazım; 13 yıl olacak yayınlanalı, o zaman da çok beğenilmişti, birkaç gün önce değer verdiğim özel bir arkadaşımın ısrarlı ricası üzerine tekrar paylaşıyorum, gerçek bir yaşanmışlıktan öykünerek kaleme aldığım bu minik hikayeyi umarım tekrarı nedeniyle hoş görür ve severek okursunuz.)
     Bir zamanlar, sahibinin durup durup öpücük kondurduğu, nemi kaybolmuş, çatlaklar içindeki burnunu havaya dikti, duymak istediği, özlemini çektiği kokuları alamıyordu bir türlü. Tersine, aylardır yaşam mücadelesi verdiği korunaksız, üzeri açık, kuzey rüzgarlarının soğuğuna karşı yapılmış barınağın açlık, sevgisizlik, terkedilmişlik ve ölüm kokusu, buz kesen havayla birlikte burnundan içeriye taaa ciğerlerine kadar doluyordu. 
     O soğuk, Aralık ayının son günü, barınakta daha sabah erkenden işçilerin, çalışanların çoğu evlerine koşmuş, veteriner hekimler ise hiç gözükmemişlerdi. Hayvancıklar bezgin, yaşamaktan umutlarını kesmiş, buz tutan ıslak beton zeminde öylece kımıltısız yatıyorlardı. 
     Bütün bu sıkıntıların, karamsar görüntülerin arasında kendisini alabildiğince zorladı, geçen yılın o gününe dair bir şeyler hatırlar gibi oldu. Sıcak evlerinde, sahibinin beyaz zambak misali elleriyle hazırladığı, ışıklı, naylondan yapılma ama gerçeği gibi görünen çam ağacı geldi ilk olarak usuna. Çamın dibine konulan cicili bicili hediye paketlerinin içinde onun için de hazırlanan bir tanesi vardı. Gece on ikide açılmıştı paket. İçinden çok güzel, şık bir tasma çıkmıştı. Beyaz, zambak eller, tasmayı boynuna takıp, şimdi kuruyup çamurlara bulanan o güzel burnundan öpmüştü onu. 
     Her şey ne güzeldi, tıpkı masallardaki gibi. Ufacıkken almışlardı bir köpek çiftliğinden onu. Tüyleri kar beyaz, gözleri buz mavisiydi, ataları Sibirya’dan gelmişti, kurda benziyordu biçimli vücudu. Güzel sahibi onu o kadar çok sevmişti ki adını “Aşkım” koymuştu. Gerçekten de o, sahibinin biricik aşkıydı. Nereye gitse Aşkım yanında giderdi, mis kokulu o güzel insanın. Yollarda yürürken durup durup yüzüne bakardı sevinçle. Aşkıydı işte onun, başkaca söze ne hacet vardı ki. 
     Ama kısa sürdü bu bağlılık, sahibinin güzelliğini başkaları da fark etmişti, eve sıkça gelir oldu bir delikanlı. Aşkım’a göre hiç de şirin değildi; tersine, küçük gözlerinden hiç hoşlanmadığı bir ışık saçıyordu ona bakarken. Ama sahibinin hatırına ona da bağlanmaya, sevgi göstermeye çabaladı. En azından alışması gerektiğini düşündü. Önemli olan, gerçek sahibinin onu hala seviyor, yine Aşkım diye hitap ediyor olmasıydı. 
     Günler geçtikçe içinde koskocaman bir sıkıntı yuvalanmaya başladı Aşkım’ın. Sinsi bakışlı o gence de “aşkım” diyordu sahibi. Bu nasıl işti, anlayamadı. Sahibi hem kendisine hem ona aynı anda aşık olabilir miydi? Oluyordu işte! Ama o güzel kokulu, beyaz ellerin bir parmağına sarı, parlak bir maden geçirilince kendi aşkının biraz daha ötelendiğini hissetti. Eskisince birlikte gezintilere çıkmıyorlardı, evde hapis kalıyordu çoğu zaman. Sevdiği yiyecekler hazırlanmıyordu artık. Önüne en ucuzundan bir kuru mama konuluyor, suyunun değiştirilmediği bile oluyordu. İçinde önüne geçemediği o sıkıntı daha da büyüyordu. 
     Bütün bunlara karşın yine de hayatından hoşnuttu, alıştığı güzel koku evin içindeydi, onu içine çekerek, arada olsun başını o ellere dayayarak avutuyordu kendini. 
     Çok sıkıldığı zamanlarda boy aynasının karşısına geçip, yılbaşı gecesi boynuna takılan o güzel tasmasına bakıp, sahibinin onu ne kadar çok sevdiğini, değer verdiğini düşünüp sıkıntılarını az da olsa unutuyordu. 
     Sonra, güzel, ılık bir bahar sabahı, eskiden olduğu gibi tasmasına uzun gezinti zinciri geçirildi. Belli ki gezmeye çıkacaklardı birlikte. Ne de özlemişti onunla uzun yürüyüşlerini. Sevinçle koştu, kuyruğunu salladı. Hasretle gözlerinin içine baktı güzel ellerin sahibinin. Ama hayır! O, gözlerini kendisinden kaçırıyordu nedense. 
     İnatla durdu karşısında, çıkmadı dışarı, eşikten adımını atmadı. İstiyordu ki gözleri karşılaşsın, sıcaklığını duyabilsin sahibinin bakışlarının. Bu seremoni biraz fazlaca uzayınca dışarıdan hırçın bir klakson sesi geldi. Sahibinin güzel, ince, uzun parmaklarına o sarı lanet halkayı geçiren sinsi bakışlı genç aşağıda arabadaydı demek ki. Canı şimdi hiç çıkmak istemedi dışarıya. İçindeki o yuvalanan sıkıntı büyüdü, büyüdü, boğazını sıkmaya başladı. Ve ilk kez karşılaştığı bir tavır gördü aşkından; aceleyle, kaba, nobranca çekildi boynundaki kayışından. İstese daha da direnir gitmezdi peşinden ama, kıyamadı ona. “Demek ki gelmemi bu kadar çok istiyor” dedi ve peşi sıra eşikten dışarı adımını attı. (Devamı yeni yılın ilk haftasında) 

Bütün can dostlarının yeni yılını en içten dileklerimle kutlarım.