Sazla Homeros okunup söylenir mi?

Biz çaldık ve söyledik. Hiç kimse yadırgamadı. Hatta çok beğenildi.

Oysa Homeros’un yaşadığı M.Ö. 8. yüzyıl nire, 21. yüzyıl nire? O zamanın savaşları ve teknolojileri nire, şimdikiler nire? Köprülerin altından çok sular akmış. Ama belli ki çukurlarda, mağaralarda, gölcüklerde bazı sular da birikmiş.

Sesler, dertler, dilekler ne kadar da benziyor! Homeros’un çaldığını düşündüğümüz “lir” herhalde bizim dört telli sazdan çok farklı değildi.

Sazı çalan Amasyalı Sadık Gürbüz’ün sesinin, ton olarak İzmirli Homeros’tan geri kalmadığına eminim.

Gürbüz, Homeros’un İlyada Destanı’ndan dizeler okuyordu. Troyalı yiğit Hektor, istilacı cengâver Akhilleus ile ölüm kalım dövüşüne çıkıyor ama bir noktada korkup kaçıyordu. Mert olmadığı, namert olduğu için değil, bazı tanrılar tuzak kurduğu için kaçıyordu.

Ama nereye kadar kaçılır? Yiğitlik erbabının bir noktada ölümü göze alıp mutlaka savaşması gerektiğini biliyordu. Yiğit için çarpışarak ölüm, kaçıp kurtulma utancından çok daha makbuldü.

Binlerce yıldır insanlar, o dizeleri okurken ya da dinlerken, hem Hektor için üzüntüden kahrolmuş hem de için için sevinmişti.

Sabah serinliğinde güneş yükselirken, ben de her dürüst insanın hayatında böyle bir tercih anı gelebileceğini düşünüyordum.

Onurlu bir ölüm mü, yoksa ne pahasına olursa olsun yaşamak mı?

İnsan adını sonsuzluğa yaptığı tercihlerle yazdırır. Hektor ölümü seçmişti.

Siz hangisini seçerdiniz?

DEĞİŞEN VE AYNI KALAN
Bu kez Bozcaada’da 24. kez yaptığımız Homeros Okuması’nın ana teması, Anadolu kültüründeki süreklilikti: Her şey durmadan değişirken bazı şeyler aslında pek o kadar da değişmiyor. Eskisinden ne kadar çok farklı olduğumuzu düşünürsek düşünelim, bazı bakımlardan aynıyız!

M.Ö. 8. yüzyılda oluştuğu tahmin edilen Homeros destanlarının hâlâ bu kadar ilgi görmesi bunun bir örneğiydi. Besbelli ki orada, zamana meydan okuyan evrensellikte bir şeyler vardı. Geçmişin iptali ya da tamamen silinmesi değil, bir katman gibi daha altta kalması söz konusuydu.

Anadolu kültüründeki değişimi açıklamak için sık sık sözünü ettiğim Pentimento Kuramı’na gönderme yapalım:

Tarih, özellikle Anadolu tarihi, üzerine katman katman resimler yapılmış bir tuval gibidir: Hititler, Luviler, Elenler, Bizans, Selçuklular, Osmanlılar… Ve en üstte biz!

Daha önceki resimler yarım kalmıştır, boyaşmıştır, akmıştır, karalanmıştır, astarlanmıştır. Biz doğal olarak en üsttekini görür, tüm görüntünün ondan ibaret olduğunu sanırız. Oysa altında daha neler neler vardır. Bunların bazılarını, o tuvali havaya kaldırıp güneşe doğru tuttuğumuzda keşfederiz. Bazıları leke gibidir, bazıları bayağı nettir, bazıları salt bir gölgedir. Ama tümüyle silinmemiştir.

Her kuşak, kendi katmanının en üstte olmasını normal bulur, alttaki zenginliklerin pek farkına varmaz. Homeros’u sazla çalıp söyleyince yadırgar, ama sonra benzerliğe şaşıp kalır.

Bugünün zirvesinden pentimentoya baktığımızda söyleyebiliriz: Katkıda bulunan bütün ressamlar kardeştir.

KARDEŞLİK
Aşağıdaki şiir o duygularla yazıldı ve 3 Ağustos sabahı gün doğarken Troya’ya karşı okundu:

“Anlat bize koca Usta
Troya’da neler oldu
Niçin öldü onca yiğit
Bebeklerin yüzü soldu

Dövüşte yokken dengi
Aşil niçin öfkelendi
Niçin elin ordusuyla
Troya önlerine geldi

Aşktır içimizde yanan
Ne söz dinler ne de ferman
Sazın tellerinden çıkan
İnsanlığa öğüt kaldı

Bak karşısı Anadolu
Dört bir yanı âşık dolu
Dadaloğlu’yla Köroğlu
Homeros’la kardeş oldu”