Marketlerin hayatımıza daha girmediği o yıllardan söz ederek yazıma başlıyorum. Daha bakkalların vitrinlerine girmeyen turşuların,  salçaların ve reçellere tat veren o eller kime aitti? Annem. Elindeki malzemelerle adını kendi koyduğu yemekler yapan Annem. Şimdiki turşularda, salçalarda, reçellerde onun o öpülesi ellerinin tadı olmadığı için “nerde o eskinin tatları” diyoruz. Sokakta acıktığınızda ekmeğimize sürülen salçanın tadı hala damağımdadır. . Üç-beş annenin bir araya gelip yaptığı kış makarnasını (erişte) yerken yanağını ısırdığını hatırladın mı? Annemizin isteklerini almak için; veresiye defteriyle bakkaldan bir şeyle almaya giderken annemiz arkamızdan bağırırdı. “Sakın çikolata alma” dese de o da bilirdi alacağımızı...

Hepimiz sokak çocuklarıydık. Çember çevirir, misket (bilye) oynar, köşe bakkalın dükkanının önüne koyduğu yer fıstıklarından bir avuç çalardık. Çocuk elinin avucu ne alırsa! Yanlıştı yaptığımız ama çocuktuk işte! Biraz büyüdüğümüzde de gönül çalmayı öğrendik. Kızlarla mektuplaşmalar başlardı. Sevgiliye yazılan o mektupların ona ulaştırma sorunları hiç bitmezdi. Benim o zamanlar sevdiğim gülüme mektuplarımı verdiğine inandığım o arkadaşımın mektuplarımı vermediğini elli yıl sonra öğrendim.

Henüz “çekirdek aile” lafıyla daha tanışmadığımız o yıllarda; dedelerle, ninelerle birlikte geniş aile olarak yaşadık. Onların biz torunlarına gösterdiği sevgi anlatmayla anlaşılmaz. O sevgiyi yaşayanlar bilir. Onların o sıcaklıkları hala bizim vücutlarımızı ısıtmaktadır. Bazen hayallere dalar; o uzun kış gecelerinde yerlere serilen yataklarda, dedelerimizin anlattığı masallarla uyurduk. Oturmamız yasak olan misafir odalarımız vardı. O odaları oturma kanepelerini işgal ederdi. Hele senin oturmana izin vermeyen o yastıklardan söz etmezsek ayıp olur. O yastıkların ne işe yaradığını, o kimsenin oturmadığı misafir odasını hala çözemedim.