Eskişehir, 1960- 1970 arasında Türkiye’nin altıncı büyük kenti idi ve biz, şehrin çocukları olarak bununla gurur duyardık.
Şehrimizin nüfusu, sanıyorum en büyük “patlamayı” İkinci Dünya Savaşının bittiği 1945’ten sonra ve 1950’li yıllar boyunca yapmıştı. Bu süreçte nüfus 190 bin’den 745 bin’e çıkmıştı. Yani nüfus artış oranı neredeyse yüzde 400 olmuştu.
Bunun en büyük nedeni, ikinci dünya savaşında perişan olmuş balkan ülkelerinden, Bulgaristan, Yunanistan, Yugoslavya, Romanya gibi ülkelerden Türk asıllı göçmenlerin “anavatan”a gelmeleriydi.
Doğrusunu söylemek gerekirse, bu göçler başlangıçta kaçınılmaz olan “alışma sorunları” dışında kalıcı sosyal sorunlara yol açmadı.
“Yerliler ve göç edenler”, iş, eğitim, sağlık gibi konularda eşit olanaklardan yararlandılar ve çocukları daha iyi noktalara geldiler.
Ancak şehrimiz “nüfus altıncılığını” koruyamadı ve 1970’lerden sonraki sayımlarda daha gerilerde yer almaya başladı.
Bunun başlıca nedenlerinden biri ülke dışından Türklerin göçlerinde yerleşmek için birkaç cazibe merkezinden biri olan şehrimizin, ülke içi nüfus hareketlerinde aynı ilgiyi görmemesi idi.
İnsanlar, İstanbul başta olmak üzere “taşı toprağı altın” diye bildikleri kentlere akın ediyorlardı.
* * *
Derken, 1980’lere, 1990’lara geldik.
Yani güneydoğu da terör olaylarının yoğunlaştığı, bölgedeki insanların göçe zorlanıp batı illerine akın ettiği yıllara.
Eskişehir’de bu göç dalgasından nasibini aldı, ancak bu “göç alan” pek çok ilin çok gerilerinde kalan bir orandaydı.
Göç olayı, göç edenlerin düzenli biçimde iskan edilememesinden, belki doğru dürüst sayımlarının bile yapılamamasından, yeterli yerleşme, eğitim, sağlık hizmeti alamamalarından, hatta bazı yerlerde bu hizmetleri neredeyse hiç görememelerinden dolayı bir çok yeni sorun ortaya çıkardı.
Göç edenlerin yerleştiği varoşlar, ne yazık ki yaşamlarını sürdürmek için yeterli olanakları bulunmadığı gibi, gelecekten de umudu olmayan işsiz, eğitimsiz, arkadaş çevreleri bakımından suç işlemeye eğilimli gençler ortaya çıkardı.
* * *
Bundan 32 yıl önce, 1984’te dönemin Başbakanı Turgut Özal’ın “yeni teşvik paketini açıkladığı” bir güneydoğu gezisini izlemiştim.
Özal, parti otobüsüyle Diyarbakır’ın “kenar semtlerini” dolaşmak istemişti.
Bu semtlerin içine doğru girdikçe, otobüsün çevresinde koşan, hiç abartısız, on binlerce çocuk ortaya çıkmıştı.
Yaşları 4-5 ile 15-16 arasında değişen on binlerce çocuk. Başlarında ne ana-baba vardı ne de büyükler. Otobüsün etrafından, gülerek, bağrışarak, “oyun oynar gibi” koşturuyorlardı.
Sonra çok düşündüm, acaba –muhtemelen bir kısmı o zaman nüfusa kayıtlı bile olmayan- o çocuklar, büyüyünce ne olmuşlardır diye?
Aslında yanıt belliydi. Çoğu doğru dürüst eğitim görememiştir, iş bulamamıştır, büyük kısmı göç etmiştir, bazıları PKK’ya katılmıştır, çok şanslı olan az bir bölümü okuma ya da iş bulma olanağı bulabilmiştir.
Bugün baksanız, aynı yerlerde, sayıları daha fazla ve çok daha ağır koşullarda yaşayan çocukları görebilirsiniz.
Yeni göçlere “hazır” ailelerin çocuklarını…