“Kalem eğri dilli. Mürekkep siyah yüzlü. Kağıt iki yüzlü. Şimdi kalkıp
arzuhalimi yazmaya kimi mahrem (gizli) kılayım?”
Yunus Emre’nin dediği gibi: “Sular hep aktı geçti. Kurudu vakti geçti. Nice han, nice
sultan. Tahtı bıraktı geçti. Dünya bir penceredir. Her gelen baktı geçti.”
Öyle değil mi be dostlar, hepimiz bakıp geçeceğiz bu alemden. Kimimiz meyve veren
bir ağaç bırakacağız. Kimimiz diken! Sahi Yunus Emre’nin dediği Mal sahibi mülk
sahibi, Hani bunun ilk sahibi, Mal da yalan mülk de yalan, Var gel biraz da sen
oyalan. Deriz de oyalanmakta işimize gelir. Kolay mı be cancağzım o kadar malın
safasını sürmeden bu dünyada bırakıp gitmek!
Günlerden bir gün, zamanın ünlü bir bilgesi hükümdarın sarayının kapısına geldi.
Muhafızların hiçbirisi saygıları nedeniyle onu durdurmaya çalışmadı. Bilge,
sonunda hükümdarın tahtında oturduğu odaya girdi. Ziyaretçisini hemen tanıyan
kral saygıyla ayağa kalkıp sordu:
“Ne istiyorsun? Sana nasıl yardım edebilirim?”
“Bu handa uyuyacak bir yer istiyorum” cevabını verdi bilge.
“Ama burası han değil ki” dedi kral hafif kızgınlıkla, “Benim sarayım.”
“Sorabilir miyim: Senden önce bu sarayda kim yaşıyordu?”
“Babam. O öldü ama.”
“Ondan önce kim yaşıyordu?”
“Büyükbabam. O da öldü.”
“O zaman burası insanların kısa bir süreliğine gelip kaldığı, sonra da terk edip gittiği
bir yer demek ki. Neden ona han demeyeyim?
Padişah olsan da taht senin değil, satın alsan da kul senin değil, emanete beslediğin
can senin değil; a dünya senin nene/neyine gülsünler/ güvensinler.” Dünyanın faniliği
ve yalanlığı, gerçek olmayışı üzerine kurulmuş bu sözler aynı zamanda insana,
dünyaya aldanmamayı, bel bağlamamayı ve amaç haline getirmemeyi öğütler de
hangimiz dinliyor?