“Toplumsal şiddetin” her geçen gün farklı örnekleri ile karşılaşıyoruz.
Toplumu kuşatan şiddet sarmalı içinde son dönemde “Sağlık çalışanlarına yönelik şiddet” haberleri gündemin ilk sıralarında yer almaya başladı.
Bayram öncesi Konya Şehir hastanesinde görev yapan Dr. Ekrem Karakaya’nın bir hasta yakını tarafından katledilmesi ülke çapında yoğun tepkilere neden oldu.
Adana’da Çukurova Üniversitesi Hastanesi acil servisinin birkaç gün önce 50 kişilik grup tarafından basılmasından sonra bu kez de kavga halindeki iki grup aynı hastanede sağlık çalışanlarına saldırdı.
Düğündeki ‘halay kavgası’ nedeniyle hastanede acil servis hizmetleri durduruldu.
Olaylar sırasında boğazı sıkılarak darp edilen doktor saldırganlardan şikayetçi oldu.
…
Kardiyolog Dr. Ekrem Karakaya’nın katledilmesinden sonra Eskişehir Tabip Odası ve sağlık meslek örgütleri tarafından düzenlenen tepki eyleminde doktorlar “Yaşamak, Yaşatmak istiyoruz” diye haykırdılar.
Etkinlikte konuştuğum hekimler ‘mesleğin itibarsızlaştırılmasından’ duydukları üzüntüyü dile getirdiler.
Son dönemde kamu yönetimi tarafından sağlık çalışanlarına yönelik anlaşılması zor bir tutum sergileniyor.
Anımsayalım 2.5 yıl boyunca Covid 19 salgını sırasında kendi yaşamlarını riske atarak fedakarca çalışan sağlık çalışanlarına yönelik devlet tarafından bu süreçte hiçbir destek verilmedi.
Evinden, ailesinden uzakta zor koşullarda görev yapan sağlık çalışanları takdir edilmediği gibi özlük haklarında önemli bir iyileştirme yapılmadı.
Çok sayıda sağlık çalışanı salgın nedeniyle yaşamını yitirdi ancak Covid 19 “Meslek hastalığı” sayılmadı.
…
Diğer yandan çalışma koşullarının tüm ısrarlı taleplere karşın iyileştirilmemesi ve can güvenliğinin olmaması nedeniyle yurt dışına gitmek isteyen doktorlara Cumhurbaşkanı tarafından “Gidiyorlarsa gitsinler, buralar boş kalmaz” denildi.
Geldiğimiz noktayı anlamak için 2002 yılındaki iktidar değişikliğinden sonra “Sağlıkta Reform” başlığıyla tanıtılan modelin uygulamalarını konuşmak gerekli.
O yıllarda Tabip Odası ve sağlık meslek örgütlerinin yöneticileriyle temel anayasal hak olan ‘sağlık hakkının kullanımı’ ile ilgili yaşanabilecek olumsuzlukları televizyon programlarında defalarca konuşmuştuk.
“Hastaneleri ticarethane, hastayı müşteri” olarak gören anlayış ne yazık ki sağlık sistemini temelden değiştirdi.
Çok önemli bir kamu hizmeti olan sağlık hizmetinin ‘özelleştirilmesinin’ yaratacağı sonuçlar o günlerde ortaya konulmuştu.
İngiltere’nin olumsuz bir deneyim olarak yaşadığı ve terk ettiği ‘Şehir Hastanesi’ modelinin hiçbir şekilde uygulanmaması gerektiği defalarca ilgili kurumlar tarafından belirtildi.
Bu süreçte yıllardır başarıyla hizmet veren fiziki donanımı en üst seviyede olan ve tecrübeli kadrolara sahip kamu hastaneleri bir bir kapatıldı.
20 yılın sonunda gelinen noktada ise hastanelerde “5 dakikada bir poliklinik randevusu verilmesi” sağlık hizmetini tümüyle olanaksız hale getirdi.
Pandemi sonrasında ertelenen talepler nedeniyle aylar sonrasına muayene, ultrason, MR randevusu verilmesi de sağlık personeli ve hastalar arasındaki gerginliği arttıran bir gelişme olmaya devam ediyor.
…
Tüm bu olumsuzluklar yaşanırken Sağlık Bakanlığının tavrını da anlamak mümkün değil.
Bakanlık, hastanelerde yaşanan çok sayıdaki saldırıya karşın ‘Sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti önlemek’ için ciddi bir düzenleme yapmadı.
Toplumda saygınlığı yüksek olan meslekleri itibarsızlaştıran anlayış bu kez de başta doktorlar olmak üzere sağlık çalışanlarını hedef almaya devam ediyor.
Bu politikanın sonucu olarak kendisi de aslında kamu görevlisi olan bir ‘imam’ büyük bir rahatlıkla “Halkı doktorlara karşı suç işlemeye teşvik” edebiliyor.
İktidarın her konuda destekçisi olan partinin genel başkanının yasayla kurulan ve ülkemizin en köklü meslek örgütlerinden olan “Türk Tabipleri Birliği kapatılsın” önerisini ise “Sağlıkta şiddet politiktir” anlayışından ayrı düşünmek mümkün mü?