Jean Paul Sartre insanevladının bu dünyaya kendi istemi dışında fırlatıldıktan sonra yaptığı her şeyden yine kendisinin sorumlu ve bu dünyada anlam yaratabilmenin sadece kendi elinde olduğunu söyler. Sartre bu bağlamda içine doğduğumuz koşulları belirleme fırsatımız olmasa dahi bu koşulların üstüne kendimizi inşa etmemiz gerektiğini belirtir. Bunu başarabilmek sanıldığı kadar kolay olmasa gerek. Ama başaranlar var, kendi yaşamını anlamlandırdığı gibi bir başkasının yaşamına da dokunmak için ömrü boyunca çırpınan insanlar var. Bekir Coşkun böyle biriydi. Hem sadece insanları değil, hayvanları, doğayı, yani canlıları sevdi ve sevdirmek için uğraştı yıllarca. Son yıllarını amansız hastalıkla boğuşarak geçirdi. Sonunda yenildi, hiç teslim olmadı. Dokuz köyden kovuldu ama yılmadı. Zaten sütununun adı da “onuncu köy”dü. Madem yıldız tozundan geldik, o da gökyüzünün en parlağı “Kutup Yıldızı” oldu, insanlığın yönünü belirlemek için gökyüzünde yerini aldı…
Yaşamda iz bırakan birileri hakkında yazı yazmak hem kolay hem zordur. Kolaydır; yoğun duygular yazmanızı kolaylaştırır. Zordur; her yazdığınız sözcüğü yetersiz bulup beğenmez, daha iyi nasıl ifade edebilirim diye çırpınıp durursunuz. Kimse onun kadar dokunaklı, gönülleri titretip burunların direğini sızlatarak duygularını anlatamadı. Sanki bugünleri bilerek, ardından döktüğümüz göz yaşlarını görerek şu satırları yazmıştı: “Gün hüzün mevsimidir. Bu ayrılıklar bana göre değil. Elimde beyaz mendil, peşlerinden koşup ‘ağlamayın” diye diye, tüm ıslak gözleri silesim gelir…” Hepimize mutlak tutmamız gereken bir de öğüdü vardı: “Babalar, anneler; birer okul olun. Okul artık sizsiniz. Çocuklarınıza laik Cumhuriyeti, Cumhuriyet sevdasını, Cumhuriyet devrimlerini siz öğretin. Mustafa Kemal’i anlatın, unutmasınlar…” Bekir Coşkun artık yok, bir eksiğiz. Boynumuz bükük olsa da bizlere “onunla aynı zamanlarda, aynı topraklarda birlikte yaşadık” diyebilmenin onurunu duymak düşüyor…