Virüs dolayısıyla yaşadığımız hareket kısıtlamaları, ekonomik zorluklar, işsizlik, yoksulluk gibi pek çok sorun derinleşerek toplumsal yaşamımızı olumsuz etkilemeye devam ediyor.

Yaşadığımız sorunlar yetmezmiş gibi her geçen gün kazanılmış temel bir hak ya da mevcut bir kurumu ortadan kaldırmaya yönelik yeni düzenlemelerle karşı karşıya kalıyoruz.

Örnekler çok…

Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” ile işçinin alın terinin tek güvencesi olan ve yıllar süren mücadeyle kazanılmış bir hak olan “kıdem tazminatı hakkı” elinden alınmak isteniyor.

Üstelik patronların ve çalışanların bu konuda bir değişiklik talebi yokken konu sorun olarak ortaya atılıyor ve sanki kamu yönetiminde öyle bir çözüm yöntemi varmış gibi “İşçi ve işveren temsilcileri aranızda anlaşın yoksa biz gereğini yaparız” deniliyor.

Bu konuda “çözüm sunma” gerekçesiyle son sözü kimin söyleceğini ise tahmin etmek elbette ki güç değil.

Yine kazanılmış bir hak ve çok önemli bir güvence olan İstanbul Sözleşmesi’nin ortadan kaldırılması için büyük bir çaba harcanıyor.

Kadını siyasetin malzemesi olarak kullanan anlayış bu kez de İstanbul Sözleşmesi’ni ortadan kaldırmak için deyim yerindeyse lobi faaliyetleri yürütüyor.

2014 yılında yürürlüğe giren sözleşmeyi imzalayan bugünkü iktidar bazı baskın grupların etkisi altında bu sözleşmeyi yürürlükten kaldırmayı tartışıyor.

Anımsatalım, İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddeti önlemede önemli bir güvence getiriyor ve kadınlara yönelik ayrımcılığı yasaklıyor.

Yasama, yürütme, yargı organlarını, kamunun birimlerini, diğer kişi ve kuruluşları bağlayan temel kuralları içeriyor.

Sözleşmenin uygulamadaki sorunlarının giderilmesi beklerken tersine kaldırılması için uğraşılması şiddet gören kadınların mağdur edilmesi anlamına geliyor.

İktidar partisinin “Nasıl usülünü yerine getirerek imzalanmışsa, usulünü yerine getirerek sözleşmeden çıkılır” açıklamaları ise baştan beri kadınları ikinci sınıf gören hakim bakış açısını ortaya koyuyor.

Bu noktada belirtelim, sözleşmenin kaldırılmasını istemeyen, bu nedenle demokratik kurallar çerçevesinde tepki gösteren gruplar ne yazık ki emniyet güçlerinin gazlı, sopalı şiddeti ile karşılaşıyor.

Son olarak İstanbul Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü binasına “Artık yeter! Kadınlar yaşam güvencesi istiyor” pankartı asan kadınlar mahkemeye sevk edildiler.

Diğer bir konu ise Avukatlık Kanunu’nda değişiklik yapılarak “Çoklu baro” uygulamasının getirilmesine karşı Türkiye’nin her yerinden gelen Baro Başkanlarına yönelik emniyet güçlerinin yaptığı sert müdahaleler.

2.5 milyon öğrencinin YKS sınavına girmesinde virüs tehdidi görmeyen yönetim, Baro Başkanlarının bahsedilen yasa tasarısı ile ilgili tepkilerini ortaya koyacakları miting, yürüyüş gibi kitlesel etkinlikleri virüs tehdidini gerekçe göstererek yasakladı.

Ayrıca yasa tasarısının görüşmelerinin yapılacağı Meclis Adalet Komisyonu toplantısına da yine virüs nedeniyle ziyaretçi yasağı gerekçe gösterilerek izin verilmedi.

Meclis Genel Kurulunda üç gün içinde yasalaşması talimatı verilen değişiklikler, adalet sisteminin temel ayaklarından biri olan “Savunmayı savunmasız bırakacağı” gibi yargının siyasallaşması ile ilgili de çok ciddi sorunlar oluşturacaktır.

Toplumsal yaşamımızın tam da içine yerleşen yasaklama örneklerine devam edelim.

Halk TV ve TELE1’e getirilen 5 günlük ekran karartma cezası RTÜK’ün yanlı yayın anlayışının önemli bir örneği olarak karşımızda duruyor.

Karara göre, ceza verilen kanallarda belgesel gösterimi ya da müzik yayını bile yapılamayacak, tam bir ekran karartma uygulanacak.

Yasağa gerekçe olan türde bir yayın tekrarlanırsa bu kez lisans iptali gündeme gelecek.

Yasaklama ile halkın haber alma özgürlüğü için kamusal hizmet veren muhalif medya susturulmuş olacak.

Sosyal medya yasakları ile ilgili yasa tasarısı da, en üst mertebeden açıklandığı üzere çok kısa bir süre içinde Meclise gelecek.

Kişisel bilgilerin ve paylaşımların kamu tarafından denetimi ile yaptırımı ağır olan düzenlemeler getirileceğini tahmin etmek güç değil.

Yasakları kaldırmayı” vaat ederek iktidara gelenlerin “İleri demokrasi” anlayışının sonucu olan yasaklama ve engellemelerini anlamak mümkün mü?