Kentler cadde, park, bina gibi fizikî yapılardan ibaret değildir.  Onlar, yüzyılların oluşturup şekil verdiği, nefes alıp veren, emek isteyen, yaralanıp iyileşen, sevgi ve şefkat bekleyen canlı organizmalardır.
Sanat ve sanatçılardır ki o kentin belleğidir; ruhudur.
Bilindiği gibi, ruhu olmayan beden bir kadavradan ibarettir. 
O yüzden, sanat ve sanatçıdan mahrum kentler benim anlayışımda "Ölü Kentler"dir. 

Sanat ve sanatçı mantar biter gibi bitmez. 
Bilimin, özgürlüğün, değerbilirliğin, saygı ve sevginin mümbit ortamlarında yetişir ve gelişir ve ürün verir. 
Bu da "Vefa"sı olan toplumlarda olur. 
Çünkü, "VEFA" denilen değer paha biçilmezdir! 
Onu, utanmaz bir iki yüzlülükle mezat salonlarında alınıp satılan, hoyratlığa süs bir antika gibi gören toplumları terk eder. 

Geçen pazartesi akşamıydı... 
Taşbaşı Kültür Merkezi Kırmızı Salonda, Odunpazarı Kent Konseyi'nin "Sanatçıya Vefa" adı altında düzenlediği bir toplantıya tanıklık ettim.  
Kentimizin değerli bir sanatçısı, ardında çok değerli eserler bırakan merhum Prof. Fikri Cantürk'ü anmak için yapılan bir programdı. 
Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt ve Kent Konseyi Başkanı İsmail Kumru gecenin anlam ve önemini çok güzel ifade ettiler. 
Düşünceler ve anılar dile getirildi; biraz da hüzünle karışık duygulu anlar yaşandı. 
Bilhassa merhum sanatçının eşi Güven Cantürk hanımefendi... 
Hatıraları bir ömre bedel yaşanmışlıklardan kirpiklerine takılmış bir hüzünle gülümsüyordu. Bana öyle geldi ki, gülümsemesi o yitik zamanların hüznüyle bir gölge gibiydi yüzünde. 
İlginçtir o, yalnızca hayat arkadaşı olmamış, aynı zamanda sanat arkadaşı olmuş Fikri Hoca'ya. 
Anlayacağınız karı-koca, hayatı da, sanatı da bir ömür boyu paylaşmışlar.  
Görünen o ki Güven Hanımefendi, ona olan sevgisini, hasretini ve anılarını yedi kat muşambaya sarmış, bir muska gibi hâlâ kalbinde saklıyor; eminim ömrünün sonuna kadar da saklayacak!  
İşte onun bu durumu beni de, hazırunu da takdir hisleriyle çok, ama çok duygulandırdı. 

Bana göre gecenin en veciz, en güzel ve de en anlamlı konuşmasını oğlu yaptı. 
Sanatçının"Vefa" timsali evlâdı. 
Eskişehir'e  Özel Göz Hastanesi gibi önemli bir tıbbî kurum kazandırarak büyük değer katmış olan Opr. Dr Etihan Cantürk... 
Kürsüye geldi, mikrofon elinde, ıslak gözlerle bir süre konuşamadan öylece durdu..  
İçi içine sığmaz bir hali vardı. Yüzüne yansıyan hüzünlü tebessümü seğriyen dudakları zor zaptediyordu.  
Belki de diline mühür vuran şey, ruhunda fokur fokur kaynayan hatıralarının mahremiyetine dokunmak istememiş olmasıydı.  
Ya da, duygularını tam ve hakkıyla anlatacak sözcüklerin  lügatlere henüz girmemiş olması.  
Etihan Bey direndi; hasret gözyaşlarının yanaklarından akmasına izin vermedi.  
Ama o yaşları yüreğine akıttığı öylesine belliydi ki...  
Birkaç kez yutkunduktan sonra yalnızca, 
-O benim babamdı... diyebildi ve mikrofonu bıraktı. 
İyi ki bıraktı. 
Az daha beklese, gözkapaklarının arkasında titreyip duran bulutlar sağanak olup kalbinin üstüne iniverecekti. 
Çünkü kitaplara sığmayacak ağırlıkta manâ taşıyan bu üç kelime, belki de bir ömür boyu söylenmemiş sözlerin şiiriydi. 
Anlayan için her şey apaçıktı. 
 

Programı Eğitimci-Yazar Mehmet Sadık Bozkurt sundu. 
Bilgi, birikim ve organizasyon becerisi on numara... 
Türkçe'ye hakimiyet, dil kurallarına vukufiyet, diksiyon harika. 
En çok da Nasrettin Hoca'mızı andıran kıvrak zekâsıyla mizah anlayışına bayıldım. 
Uzun uzun konuşmuyor. 
Söylenmesi gerekeni yerli yerinde mizahla öylesine bir izah edişi var ki, hiçbir rahatsızlığa meydan vermeden program rayına giriveriyor. 
Hasılı Mehmet Hoca'nın sıkmadan, dağıtmadan toplantının selametle başlayıp başarıyla bitmesindeki yönetim becerisini ve emeğini yürekten takdir ettim. 

Program başlamadan önce sergiyi gezmiştim. 
Dayanamadım programdan sonra bir daha gezdim.  
Gördüm ki, Fikri Hoca bir ressamdan daha fazlasıydı; şair, akademisyen, iyi bir aile babası, vefalı bir dost... 
Sanatın her dalı gibi resmi de, şiiri de severim. 
Fakat üzerinde fikir yürütecek kadar yetkinliğim olduğunu iddia edemem.   
Ama yine de birbirinden şaheser tabloları, şiirleri kendi içimde yorumlamadan edemedim. 
Fikri Hoca'nın fırça ve dizeleriyle âdeta büyülendim. 
Onun resim dünyasını süsleyen mağrur beyaz güvercinleri, güzel kızları ve mavinin hâkim olduğu cıvıl cıvıl renkleri, tam anlamıyla yüreğimi esir aldı.  
Öylesine esir aldı ki, algısal dünyamın bana sunduğu duyularla birleşip evrenin derinlik ve gizemlerine doğru düşsel bir yolculuğa çıkardı.  
O kısacık zaman diliminde gördüm ki, sanatçının sanatseverlere sunduğu özgürlük, mutluluk, sevgi ve bağlılık gibi evrensel temalar gönül dünyamızı daha da zenginleştirdi.  
Katılan herkes gibi bana da, "İyi ki gelmişim..." dedirtti. 

Gördüm ki, Fikri Hoca ömrü boyunca mükemmel sanatıyla insanlığın büyük umudu peşinde yol açıp yol aydınlatmış.  
Her canlı için mukadder gün geldiğinde ise... 
Uzak ve sevdalı bir yıldız gibi sessiz ve sitemsiz, aramızdan kayıvermiş. 
Sanatçılar eserlerinde yaşar, derler. 
O da bundan böyle eserlerinde yaşayacak 
Ne mutlu! 

Sanatçı, son olarak Mehmet Sadık Bozkurt'un usta dilinden bizlere veda ediyordu. 
Yankısını yüreklerimizde hissettiğimiz, gözlerimizi ıslatan şu dizeleriyle...  
"...Akçıl kuşlar öterken bir mevsim  
Yiğit şarkılar tutturacağım  
 Unutacağım bütün kederleri  
Yalnız mavili bir özlem kalacak yüreğimde  
 Seni çalacağım ıslıklarımda neşeyle..."