Laiklik ve Sekülerlik kavramları her ne kadar birbirlerine özdeş kavramlar gibi görünse de aslında bazı farklar içerir. Laiklik bir devlet politikası iken, sekülerlik ise topluma ya da bireye ait bir özelliktir.  Din her zaman sanayileşememiş köylü toplumların temel harcıdır. Feodal kalıntılar taşıyan toplumlardaki din-devlet ilişkileri ile feodal kalıntılarını tasfiye etmiş, sanayileşmiş toplumlardaki din-devlet ilişkilerinin aynı olması beklenemez. Birinci tip ülkelerde dinin denetim altında tutulması ve devlet yönetimine etkisinin en aza indirilmesi esastır. Bu durum “laikleştirme politikası” olarak bilinir. Feodal kalıntıları aşmış, sanayileşmiş toplumlarda devletin laiklik politikası izlemesine gerek yoktur, çünkü halkı zaten sekülerleşmiştir. Laiklik düşüncesinin doğduğu yer olarak kabul edilen Fransa, yüz yıldan fazla uyguladığı laiklik politikası sonucunda toplumunu sekülerleştirmiştir. Bu süreç sonunda dinin, devlet yönetimi üzerinde herhangi bir etkisi ve baskısı kalmamıştır. İngiltere ise yaşadığı endüstri devrimi sonucunda en erken sekülerleşmiş toplumdur. Laikliğin amacını, henüz seküler aşamaya geçememiş toplumlarda, dinin devlet yönetimine müdahalesini önlemek olarak özetleyebiliriz. Rönesans, Reform, Aydınlanma Çağı, Sanayileşme ve Kentleşme gibi dinamikler dini kurumların ve dini pratiklerin toplum üzerindeki gücünü azaltarak seküler toplumlar yaratmışlardır. Bir birey seküler bir hayat sürerken özgürce inancını yaşayabilir, dinsel ritüellerde bulunabilir. Seküler yaşam dini inançlarını yaşamayı engellemez. Özetleyecek olursak; laiklik devlete, sekülerizm ise topluma ilişkin kavramlardır. Bu kapsamda örneğin, “laik birey” ya da “laik toplum” gibi ifadeler yerine “laik devletten” söz etmek daha doğrudur. 

Biz ne yazık ki “laik devlet” ile “seküler” bir toplum yaratamadık. Siyasal İslam’ın Cumhuriyetle, laiklikle ve doğal olarak Atatürk’le hep “yarım kalmış” bir hesaplaşması vardı. Her fırsatta laikliğin altı oyuldu, batılı toplumlar gibi seküler bir yaşama erişmemiz engellendi. Bugün ise siyasal İslam’ın iktidarı kaybetmenin korkusuyla laiklik üzerinden toplumu ayrıştırıp kendi yandaşlarını konsolide etme çabalarını izliyoruz. İktidar, kuracağı her yeni oyuna Diyanet İşleri Başkanını katarak toplumu din üzerinden ikiye bölmeyi amaçlıyor. Artık Ali Erbaş’ı din adına değil iktidar adına hareket eden bir Diyanet İşleri Başkanı olarak görmek gerekir. DİB Osmanlıdaki Şeyhülislamlık tarzı bir yapıya dönüştürülmüştür. Amaç Toplumda ortaya çıkacak hassasiyetin Millet İttifakına tepki haline dönüşmesini sağlamaktır. Cumhur İttifakı’na karşı olanlar sanki dine de karşıymış gibi bir algı oluşturmak amaçlanıyor ve kutuplaşma daha da derinleştirilmek isteniyor. Ancak sakıncası da var; din siyasete kurban ediliyor, olan bu ülkenin gençlerine oluyor. Gazete Pencere’de Seyit Tosun durumu şöyle özetlemiş: “Amerika’daki genç uzaya gitmeyi, Almanya’daki genç kanser aşısı bulmayı, İngiltere’deki genç medya sahibi olmayı, Fransa’daki genç ülkesini yönetmeyi, İtalya’daki genç dünyayı dolaşmayı hayal ederken bizim gençlerimize kalan ise sadece bu ülkelere gitme hayali kurmak oldu…”