İhtiras  aşır güçlü istek demektir. Türkçe karşılığı tutkudur. İlkeli tutku, bir hedefe ulaşmak için insen enerjisini güçlü biçimde odaklayarak başarıya götürür. İlkesiz tutku, özellikle de  “kasaba kültüründe” yaygındır; değer üretmeden  ve katmadan servet ve sermaye, makam ve mevkii sahibi olma peşinde  insanları  sürükler. Kifayetsiz muhteris eğilim de kasaba kültüne sığınır ve ondan beslenir. Kifayetsiz muhterisler  ne denli geniş  yaşam alanına  sahipse, toplumun  kaynakları o  denli  israf edilir. Kaynaklarımızı etkin ve verimli değerlendirerek refahı artırmak istiyorsak, kifayetsiz muhterislerin beslendikleri kaynağı, kasaba kültürünü toplumsal yaşamımızdan uzaklaştırmalıyız.
“Kıt menfaat toplumu”
Ersin Kalaycıoğlu , ülkemizdeki  geçim örgütlenmesinde  yarı-yasal, yarı-resmi  kayıt dışı  yapının çok uzun bir  tarihi olduğunu belirtiyor: Bizim toplumumuzda  bin yıllardır süren servet ve gelir eşitsizlikleri  yerleşik bir düzen haline gelmiştir. Osmanlı  döneminde de  iki  grup ya da  zümre vardır: Biri, siyasi iktidar  sahibidir; ülkeyi yönetir. Bu grup vergi vermeyen üretim yapmayan  askeri zümredir. Eşraf, ayan ve ağa-yanaşma ağı toplumun derinliklerine  yayılmıştır. Toplumun sahip olduğu ve ürettiği  servet ve sermaye  padişah, saray ve askeri zümre ile onlarla  yerel hayatta güçlü  ilişkiler kuran “eşraf”  diye tanımlanan  dar bir zümrenin elinde  birikmiştir. Diğeri, üretim yapan, vergi veren, askeri giden “reaya”. Reaya büyük ölçüde  topraksız köylü, küçük çiftçi ve göçebelerden oluşur. Reaya  sayıca  çok büyüktür, ama servet ve sermaye  edinme bakımından  tam bir yoksulluk içindedir. Reayanın hayatta  kalmak için  iktidardaki zümreye  sığınmaktan, ondan yararlanmaktan başka çıkar yolu  yoktur.
Kalaycıoğlu  analizinde, servet ve sermaye  dağılımının çok eşitsiz olduğu toplumlarda, çok büyük çoğunluğun  “kıtlık içinde yaşam mücadelesi vermek temel varlık stratejisini” belirlediğini, Antropologların bu yapılanmayı “ kıt menfaat toplumu” olarak tanımladıklarını anlatıyor. Kıt menfaat  toplumu  üyeleri olan bireyler için  ahlak, etik, ilke, kural ve yasaya uygun davranmak onların hayatta  kalmalarını olanaksız kılabileceği  belirtiliyor. Kalaycıoğlu’nun gönderme yaptığı  antropolog Edward Banfield’in anlatımıyla, kıt menfaat toplumlarında bireyin varlık stratejisi la-ahlaki bireycilik, ya da  en fazla ahlaki ailecilik olabilecektir. Birey kendisinin ve ailesi olarak benimsediklerinin hayatta kalması için  gerekenleri  hiçbir ahlak, adalet, hukuk  gibi sınırları  düşünmeden ve  dikkate almadan yapacaktır: “Gemisini  kurtaran kaptandır”, “ Karda yürüyerek izini belli etmemek” beceridir.
“Eşitsizlik  öldürür”
Dünya Ekonomik Formu(WEF) Davos gündemi oturumları öncesinde yayınladığı “Eşitsizlik Öldürür” raporunda, eşitsizliğin  günde  en az 21  bin kişinin ya da her 4 saniyede bir kişinin ölümüne yol açtığı  belirtiliyor. Giderek artan  aşırı işsizlikte, ayrıcalıklı bir grup  azınlıkların varlıklarını artıran ve gücünü  koruyan  politikalar  ve siyasi  kararlar, sıradan  insanların büyük çoğunluğuna ve gezegenimize  zarar veriyor. Bu aşarı eşitsizliklerin “ bir ekonomik şiddet biçimi” olduğu belirtiliyor . Sadece ülkemizde  değil, eşitsizliğin bulunduğu dünyanın her yerinde  istikrarlı  yaşam için  gerekli olan “değerler sistemi” yerine ilke, kural, yasa tanımayan, çoğu kez popülist yaklaşımları benimseyen “kasaba kültürünün  sömürücü etkileri ”  yaygınlaşıyor.
Düşünen, araştıran, sorgulayan  insanların  gözleme, izleme ve genellemelere ulaşanların karşısında iki  yol izleniyor:  Biri, hemen  savunma kalkanlarını  kaldırarak, ulaşılan yargıların, yapılan genellemeleri dikkate almamak… Diğeri, alıcı bir ruhla  tarihin derinliklerinden bugüne taşındığı ileri sürülen  “kıt menfaat toplumu davranışlarını yönlendiren yapıyı dönüştürecek “  yol ve yöntemleri aramak. İkinci yolu seçmeli ve  yüzleşmeliyiz ki  üretim örgütlenmesinin yerleşik  ekosisteminde hangi bileşenlerin “besleyici ve geliştirici”, hangilerinin “asalak”  etkiler yaptığını anlayarak  çözümler üretebilelim.
Yararlı olanı yandaşa  olana yeğlemek
Eşitsizliği  azaltmak, insanlarımızı “kul olmaktan yurttaş olmaya” taşımak istiyorsak, kasaba kültürünü besleyen  kaynakları  kurutmalıyız. Atılacak adımların ilki, topluma değer katmadan,  pastayı büyütmeden pay  kapma peşinde olan  kasaba  kültürü kurnazlarına prim vermemektir.  “Yandaş” olanı, “yararlı olana” tercih etmemeliyiz. Kapsayıcı ve   üretken kurumlar yerine, kaynak israfına yol açan  sömürücü  kurumları  ikame  etmekten sakınmalıyız. Kendine yatırım yaparak yetkinliğini artırma yerine  kurnazlıkları  öne  çıkaran iklimini yaratmamalı, sürdürülmesine asla izin vermemeliyiz.
Servet sermayenin eşitsiz dağılımının, Sezen Zorlu Melik’in de  özenle  üzerinde durduğu  toplumsal cinsiyet  eşitsizliğinin yıkıcı  etkilerini en aza indirmek için  sistem temelli bir dönüşüm gerekiyor  .
İnsanların zihninde “Gayeye ulaşmak için bütün yollar meşrudur”  algısını  silmeliyiz.
Üreten, pastayı büyüterek kendi payını da büyüten anlayış ve algıyı  toplumun büyük çoğunluğunun zihninde yerli yerine oturtmalıyız.
Piyasa  üst  göstergelerini  durmadan usanmadan bütün medya kanallarında  tartışırken, ”kıt  menfaat toplumu koşullarının”   dün ve bugün nelere  mal olduğunu hesaplamalıyız…Ülkemizin geleceğini  inşa etmenin büyük engeli olan  kasaba  kültürü tuzaklarından  uzak durmalıyız.