2011 yılında bugünkü iktidar tarafından kabul edilen “İstanbul Sözleşmesi” son dönemde yeniden hedef tahtası haline getirilmiş durumda.
Oysa ki AKP Kadın Kolları Genel Başkanı olarak yeni göreve başlayan Düzce Milletvekili Ayşe Keşir, Avrupa Parlamentosunda 9 Mart 2017 tarihinde yaptığı konuşmada İstanbul Sözleşmesini parlamentosundan ilk geçiren ülke olmanın gururuyla,
Sözleşmeyle birlikte 23 uyum yasasının çıkarıldığını belirterek “Şiddeti Önleme İzleme Birimlerinin” önemini vurgulamıştı.

Çeşitli çevreler tarafından zaman zaman ortaya atılan “İstanbul Sözleşmesinin kaldırılması” konusu kamuoyunun yoğun tepkileri nedeniyle bir süredir gündemde değildi.
Saadet Partili Oğuzhan Asiltürk ile Cumhurbaşkanının yaptığı görüşmeden sonra tekrar tartışmaya açıldı.
Devamında Saadet Partisi Genel Başkanı “Sadece kanun yaparak kadına yönelik şiddetin önlenemeyeceğini belirterek İstanbul Sözleşmesini kabul ettik, kadına yönelik şiddet 10 kat arttı. Aileyi korumadan kadına yönelik şiddet önlenemez” dedi.
Aileyi korumadan kasıt nedir?
Kadını hak aramadan mahrum edip, kaderine razı olmasını isteyerek mi aile korunacak?
Hangi veriye dayanarak ve İstanbul Sözleşmesiyle ilişkilendirerek böylesine iddialı ifadeler kullanılıyor?
Anlamak mümkün değil.

Cumhurbaşkanın son dönemdeki açıklamaları da sözleşmenin kaldırılmasını isteyen çevrelerde heyecan uyandırıyor.
6284 sayılı yasanın uygulanması ile ilgili sorunlar tartışılırken ne oldu da iktidar çevreleri kendisinin çıkardığı yasayı yürürlükten kaldırmak için lobi faaliyetine girişti?
Gelinen nokta siyesette ilginç bir tabloya işaret ediyor. 
Aradan geçen 10 yıldan sonra iktidar kanadında böylesine keskin bir anlayış değişikliği neden gerekli oldu? 
Sözleşmenin kaldırılması için tutucu odaklar tarafından öne sürülen “Ailenin çürümesi”, “Boşanmaların artması”, “Ahlak yoksunluğunun çoğalması”, “Eşcinselliğin yaygınlaşması” gibi gerekçelerin toplumda ciddi bir karşılığı olduğunu söylemek mümkün değil.
AKP tabanının büyük bir bölümü de dahil olmak üzere sözleşmenin kaldırılmasına yönelik önemli bir toplumsal destek yokken bu konu neden ortaya atıldı?
Halk desteğini kaybeden iktidarın radikal, dinci ve koyu milliyetçi güç odaklarıyla birliktelik sağlaması için araç olarak mı kullanılıyor?

Geçmişten beri biliyoruz ki seçim kaygısı duyan iktidarlar çoğunlukla kadını siyasi malzeme olarak kullanır.
Son günlerde tanık olduğumuz İstanbul Sözleşmesi karşıtı açıklamalar maalesef kadın üzerinden kurgulanan siyasetin yeni bir örneği olarak karşımıza çıkıyor.
2015 yılından bu yana kadın seçmenlerin desteğini kaybeden iktidar, kadınlar üzerinden çok farklı bir girişim sergiliyor.
Ne yazık ki dinci cemaat ve vakıfların da baskısıyla kadınlara şiddet dolu bir yaşam vaat ediyor.
Oysa ki İstanbul Sözleşmesi şiddeti, kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin bir sonucu olarak görüyor ve devleti tüm birimleriyle eşitliği sağlayacak politikaların geliştirilmesi için sorumlu kılıyor.  

Radikal tabandan siyasi destek bulmaya çalışırken kadın seçmenlerin desteğini riske atmak stratejisi nasıl bir sonuç verecek, göreceğiz.
İstanbul Sözleşmesi, kazanılmış haklarını korumak için mücadele eden milyonlarca kadının kırmızı çizgisi olmaya devam edecek.
Kadınlar biber gazı, dayak, taciz ve fiziksel şiddete rağmen hak mücadelesini sürdürecek.

Devlet, şiddet gören, yaşam güvenliği tehdit altında olan kadınların kamu birimlerine defalarca başvurmasına ve uzaklaştırma kararlarına karşın artık sokaklara taşan saldırıları engelleyemiyor.
8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde “Kadınlara yönelik ayrımcılığı” sözde reddeden beylere “Kadına yönelik şiddetin kader değil, politik olduğunu” anlatmak gerekli.