Afyon, İsamail Köyü... 

 O sabah da damevinin üstünde emmimoğluyla oynuyorduk. Birden, 

-Bak len bak! Ebemkuşağı! 

-Ne ebesi len, dedi ters ters.  

-Anam söyledi. Altından geçenin her istediği olurmuş. Gel geçelim. 

-Git be, dedi, ben geçmem! 

Atladım damdan aşağı.Koştum koştum...  

Akarçay'ın kıyısına vardığımda bulutların gölgesinde erimiş kaybolmuştu.  

Döndüğümde emmimoğlu, 

-Geçebildin mi? dedi. 

-Bilmem...dedim.

Karşı mahalleden birkaç çocuğun bağıra çağıra bizim sokağa doğru koştuklarını gördüm.  

"Okul açıldı, öğretmen geldi" diye bağırıyorlardı. 

İçim bir tuhaf oldu.  

Bu, epeydir içine girmeye can attığım harikalar diyarına gizemli bir çağrıydı sanki.

Hele de bayramlarda bayrağı taşıyanın ben olduğumu düşlemek...Rüyalarıma süslüyordu. 

Zaman zaman yüreğimde yanıp tutuşan bir özlemle koşar, okulun yüksek bahçe duvarına tırmanır, ayaklarımı aşağı sarkıtırdım. Serçe cıvıltılarının çocuk çığrışlarına karıştığı o küçük bahçe, çocuk yüreğimi büyüleyen hayallerimin en güzel bahçesiydi. Düşlerimin kahramanı öğretmeni görebilmek için pencereleri gözlerdim. 

 Ah birgün ben de bu harikalar diyarına girip o masal kahramanı muhteşem varlığı görebilecek miydim? 

Emmimoğluna: 

 -Hadi dedim, biz de gidelim okula..!  

 -Yok len, dedi, öğretmen adamı döver, ben gitmem!  

Baktım çocuklar bağıra çağıra uzaklaşıyorlardı. Şimdi gitmezsem bir daha asla gidemiyecekmişim gibi bir duyguya kapıldım.  

Arkalarında bıraktıkları toz bulutuna karışarak takıldım peşlerine. Toz toprak içinde okulun bahçesine girdiklerinde hemen arkalarındaydım. 

Birden çarpılmış gibi oldum. 

Aha oydu...Öğretmen!  

Batmakta olan akşam güneşinin son kızıl ışıkları arkasında, okul binasının önündeki masada kahvesini yudumluyordu. Genç, yakışıklı, özgüven taşıyordu duruşundan. Yüzü geniş yayla düzlükleri gibi rahat ve serin, gözleriyse yaylaların bulutsuz gökleri gibi aydınlıktı.  

Bana öyle geldi ki, tahtını semaya kurmuş cihan padişahı Süleyman!  

 

El işaretiyle çığırtkanlık yapan çocukları yanına çağırdı.  

-Ulan keratalar, dedi, bomboş gelmişsiniz, hani hiç çocuk yok! 

Cillor İhsan mahcup mahcup öne çıktı. Özür diler gibi, 

 -Valla öğretmenim köyün her mahallesini dolaştık.  

 -Ulan bi görev verdik beceremediniz.  

Cillor İhsan çekine çekine: 

 -Ama öğretmenim şimdi söküm zamanı, çocuklar tarlada..! 

Yüzüm yerde korka korka kaçamak bakıyordum. Gözükmemeye çabalasam da görmüştü! 

Gözleri gözlerimde, boyumu bosumu ölçüyor, ışıltılı bakışlarla içimin haritasını çiziyordu sanki. 

 -Açılın bakim şöyle dedi. Aferin, yine de boş gelmemişsiniz, bakın arkanızda bir ördek yavrusu... 

Çocuklar şaşkınlıkla döndüler. Beni görünce  kikirdeyerek yana açıldılar. 

 İşte en korktuğum o an...  Öğretmenle karşı karşıyaydım.  

Yaklaştıkça yüzündeki sert ifade yerini rahatlatıcı bir tebessüme bıraktı. 

 -Gel bakalım büyükadam, gel! 

 Ne yapacağımı bilemeden öylece kalakaldım; henüz ifadesini bulamamış körpecik varlığımla tutulmuş bir serçe gibi ürkek ve tedirgindim.   

Biran kendimi ucube gibi hissettim. O an farkına vardım ki ellerim, ayaklarım, saçlarım, yüzüm ve elbise niyetine üstümdeki toz toprağa belenmiş eski entarim kir pas içindeydi. Sarı sıcakla kuru ayazdan dudaklarım çatlak çatlak, yüzüm pul pul çaparlıydı.  

Çünkü akşam sabah ağaçların tepesinden, evlerin çatısından inmeyen haşarı çocuklardık. Anamın, ''yaramazın yarası bitmez'' sözünü doğrularcasına her yerim yara bere içindeydi. Çoğu yaralar daha kabuk bağlamaya fırsat bulamadan yeni yaralar açılırdı.            

Aha öğretmen yanımda...  

Elini başıma koyup saçlarımı silkeleyince bir toz bulutu kapladı ortalığı. Ellerini yelpaze gibi sallayarak tozları kendinden uzaklaştırmaya çabalarken: 

-Öff..! dedi,  bu kadar tozu toprağı nasıl yüklendin kerata? 

 Sonra kucaklayıcı, sıcak bir tebessümle: 

 -Gel bakalım, dedi, gel de seni şöyle bir güzel tımar edelim!..   

Öff..! Kendi gibi kelimeleri de kudretliydi. 

 Hem de biraz önce bana, ''Büyük Adam'' demişti. Bir tuhaf oldum.  

Su arkına götürüp yanıma çömeldi. Hiçbir tiksinti belirtisi göstermeden burnuma, ağzıma, yüzüme bulaşıp kemreleşmiş sümükleri söktü; kulaklarımın içine kadar sinmiş tozu toprağı temizlemeye koyuldu. 

Merakla bakan çocuklara, ''sabun''dedi. Çocuklardan biri bir sabun parçası getirdi.  

-Hadi yıka bakalım..!dedi. 

Sabun elimden kayıkayıverdiğini görünce kendi eline aldı. Ellerimi, yüzümü, köpürte köpürte yıkadı. Arka cebinden, temiz kokulu bir mendil çıkarıp her yerimi özenle sildi. Ayağa kaldırıp baştan aşağı bir daha baktı. 

-Ulan kerata sen baya yakışıklıymışsın be! De bakalım adın ne? 

Yeniden bir telaştır aldı yüreğimi. İçim kıpır kıpır olsa da, öğretmen karşısında kekemeydim. Cevap veremeden korka korka gözucuyla öylece  baktım.     

             

-Çocuğum adın ne, söylesene! 

 -Kadir! 

 Sesimi tonumu ayarlamayı becerememiş, verdiğim cevap sertçe olmuştu. 

               

 -Ooo...dedi, baya sertsin be! Peki soyadın ne? 

 İyice şaşırdım. Amma zor sorular soruyordu. Soyadı ne demekti ki? Hiç duymamıştım. Kendimden emin, bilgiç bilgiç bağırdım. 

-Soyadım yok benim! 

Önce şaşırdı. Sonra bir kahkaha koyuverdi. Büyük çocuklara dönerek, 

-İçinizde bu büyük adamın akrabası var mı? 

 İçlerinden biri el kaldırdı. 

-O benim emmimin oğlu öğretmenim!  

 -Peki sizin soyadınız ne? 

 -Çalışıcı öğretmenim..! 

Yüzünde sevecen bir gülümseyişle bana döndü. Çenemi avucuna aldı. Gözleri gözlerimde: 

-Bak senin başka bir adın daha var; Çalışıcı. Şimdi öğrendin mi? 

Aaa...Hiç duymamıştım. İçimi bir sevinçtir kapladı. Erişilmesi zor bir büyük ödül kazanmış gibi gururlandım. 

-Hadi gel bakalım dedi, seni de şu kara kaplı deftere bir güzel yazalım. 

Masanın başına geçti. Cebinden çıkardığı parlak bir dolma kalemle kocaman bir deftere birşeyler yazdı. Okşayıcı bir sesle: 

             -Bak dedi, iki adını da bu deftere yazdım. Artık okullu oldun. Okullu çocuk akıllı çocuktur. Annene babana, ''Öğretmenim Mustafa Turna'nın selamı var. Beni okula yazdı'' diyeceksin, tamam mı? Hadi git haber ver!..  

           Vay bee! Demek adı ''Mustafa Turna'' imiş! Ne büyük, ne erişilmez bir isim! diye geçirdim içimden. 

 İşte şimdi bir müthiş sır daha  öğrenmiş oldum! Bir başka adım olduğunu da  az önce  öğrenmiştim.Ve...Ve en önemlisi bana,''Büyük Adam'' demişti.  

Öff..! Ne mithiş bir gündü? 

Biran gözlerimi kapadım. Sanki ılık bir rüzgar, yüreğimden taşan mutluluk dalgasını yüzüme savuruyordu. Bu harika duyguyla hayallerim çiçekten çiçeğe danseden bir kelebekti gayri.    

Aklıma ilk anam geldi. Koca Harman'da bulgur kaynattığını biliyordum. Bir ok gibi fırladım. Tozu dumana katarak koştum koştum... 

Anam, kaynattığı buğdayları sergiler üzerine yaymış, kurutmak için durmaksızın karıştırmakla meşguldü. 

Çığlık çığlığa serginin üstüne attım kendimi. Koşuyor, savuruyor, yatıyor, taklalar atıyor, biryandan da avazım çıktığı kadar bağırıyordum: 

-Ana...Ana ben okula yazıldım...Okula yazıldım!  

Anam şaşkın şaşkın baktı bir süre. 

 -Dur len dur köpoğlusu dur! Mahvediyon bulgurları...Sıpa, bi dur! Yine ne haltettin, ne yaramazlık yaptın? Dur da bi anlat..! 

Biraz kovalamacadan sonra zar zor yakaladı. Bağrına bastı. Kabarmış duygularımı dinginleştirdi. 

 -De şimdi anlat, yine ne haltettin? 

-Hani büyük çocuklar, ''okul açıldı,okul açıldı!'' diye bağırıyorlardı ya. 

-He duydum, n'olmuş? 

 -Ben de  arkalarından okula gittim.               

Anam hayretle, 

-Neee...? Sen şimdi böyle sümüklü, pis pasaklı okula mı gittin? 

 -He gittim, öğretmen hiç kızmadı ki, hemi de sevdi. Deftere de yazdı adımı.''Anana babana söyle, sen okullu oldun!'' dedi. 

-Vay köpoğlusu beni öğretmene irezil ettin desene..! Şu haline bak! Çamura belenmiş sıpa gibi, heç bu halde okula gidilir mi? Tuu sana...!     

Anamın bu tür azarlamaları buram buram sevgi kokar, yüzümü serinleten yelpaze gibi gelirdi bana.  

-Ana dedim, öğretmenin adını biliyon mu? 

 -Nerden bilen elin adamının adını sanını, neymiş peki? 

  Dünyanın en büyük sırrını açıklıyormuşçasına, 

             -Mustafa Turna, dedim. 

             -Eyi eyi,dedi. 

             -Peki benim başka adımı biliyon mu? 

             Anam iyice şaşırarak yüzüme dik dik baktı. 

            -Ülen köpoğlusu senin bidene adın var, başkaca da adın madın yok! Kadir Gecesi doğdun da adını Kadir goyuverdik... 

             Yeni birşey bilmenin gururuyla yere göğe sığamıyordum. 

              -Var, dedim, var! Öğretmen söyledi. 

              Anam iyice meraklanmıştı. 

              -Eee...Neymiş o senin bilmediğim adın? 

              -Çalışıcı, yaa, şimdi öğrendin di mi..? 

               Anam tuhafça gülümsedi. Sonra kucağına sıkı sıkı bastırarak: 

               -Tamam tamam, dedi, anlaşıldı sen bugün çok şey öğrenmişsin! 

24 Kasım münasebetiyle, 

Bana okulu, okumayı, sevdirerek, gerçek EBEM KUŞAĞI'nın altından geçiren ilk öğretmenim Mustafa Turna'yı rahmet ve şükranla anmak istedim. 

Ve O'nun gibi tüm öğretmenleri de...