Geçtiğimiz hafta sonunu İstanbul’un görece az bilinen kuzey bölgesini gezmek için değerlendirdik. Bizim okul yıllarından kalma altmış yıllık arkadaşlarımızla, sekiz aile hem beraber olma hem de hepimizin az gördüğü yerlere gitme fikri doğdu. Doğrusu pandemi nedeniyle hayli bunalmış olduğumuzu fark ederek Polonezköy’de iki gece yatıp, Riva ve Poyrazköy’ü de gezme şeklinde bir plan yaptık… Polonezköy’ün gerçek adı “Adampol”. “Pol” köy demekmiş, Adampol “Adam’ın köyü” yani. 1842 yılında Polonyalı göçmen askerler için Prens Adam tarafından kiralanan topraklar üzerine kurulmuş bir yerleşke. Şimdiki Adampol sakinleri Kırım savaşı gazileri, Polonya’nın bağımsızlığı uğruna savaşan ilk kolonistlerin torunlarından oluşuyor. Köy halkı 150 yıldır Polonya mirasını koruyup diline ve kültürüne sahip çıkmaya çalışıyor. Ancak biz her zaman azınlıkları çok sevip, hep baş tacı ettiğimiz için ne durumda olduklarını sanırım kolayca tahmin edersiniz. Riva’ya ise “Futbol Federasyonun köyü” desek daha doğru olur. Yavuz Sultan Selim köprüsünün ayaklarını oluşturan Anadolu yakasında Poyrazköy, Avrupa yakasında Garipçe, küçük balıkçı köyleri olarak birbirini selamlıyor. Şirin çay bahçelerinde bir çay içmek bile insana huzur verir eminim…
Gezi sırasında bizzat gözlemlediğim iki önemli olguyu yazmadan edemeyeceğim. Birincisi Sivil Toplum Örgütü olarak ilk kez tanıdığım, Beykoz Ormanlarında etkinliklerde bulunan “Huysuz İhtiyar” adlı “Hayvan ve Çevre Aktivistleri Derneği”. Dernek 12 yıldır orman içinde yaşayan 1000-1200 arası köpeğin yaşamlarını kolaylaştırmayı görev edinmiş. Ormana soğuktan korunabilmeleri için yüzlerce köpek kulübesi yapmışlar. Her cumartesi derneklerinde toplanıp onlarca kazanda bayat ekmek, makarna ve tavuk kemiklerini kaynatıp mama pişiriyor, pazar günleri de orman içinde köpeklerin yoğun yaşadığı 15 noktada bu mamaları tahtadan yaptıkları platformlar ya da kullanılmış brandalar üzerine dökerek köpeklere dağıtıyorlar. Görseniz yüzlerce köpek onların gelişini bekliyor. Gönüllülerde durumu benimsemiş satın aldıkları kuru mamaları aynı platformlar üzerine döküyorlar. Biz eksik kalır mıyız? Hemen bir çuval mama alıp dağıtmayı kendimize görev edindik. Orman içinde hayvan severlerin verdiği görüntüler doğrusu hayli ilginçti. Daha da ilginç olanı; o brandaların temiz kalanlarını toplayıp satan, hayvan kulübelerini ve tahta beslenme platformlarını çalıp mangal yakmakta kullanan insanlar olduğunu öğrenmek oldu. Bir tarafta canlılara sahip çıkma çabası diğer tarafta harcanan emekleri yok etme dürtüsü. Her ikisine de insan diyoruz ne yazık ki…
İkinci olgu ise yine hayretler içinde kaldığım bir keşif. Riva’da sahil kenarına “pleksiglas”dan yapılmış çevresi renkli ışıklarla donatılmış şeffaf küreler kurmuşlar. Bu neyin nesidir diye sormak için sahile kadar indik. İçine iki koltuk, bir masa, masa üstüne iki kadeh konulmuş, yere iki-üç yumuşak yastık serilmiş ve ucuz tarafından bir müzik sistemi kurulmuş evcikler. Evlenme teklifi yapılan yer olarak kiralanıyormuş. Hem teklifini yapıyorsun hem Karadeniz’in hırçın dalgalarını seyrediyorsun. Bir buçuk saati 1500 TL. Şeffaf kulübe 60.000 TL’ye mal oluyormuş. Bugün beş kişi var sırada abi dedi kulübenin işletmecisi delikanlı. Yani on günde masrafı çıkarıyor on bin TL’de artı yazıyor, yurdum insanın müthiş buluşları karşısında hayretler içinde kalıyoruz. Aklıma “yarın ne olacağının önemi yok, olan karşısında halkımın ne yapacağının önemi var” şeklindeki bir tümce takılıyor…