Taşınma işlemimiz bitti internetimiz bağlandı, yazılarımıza kaldığımız yerden devam etmek ve yaşamımızın geri kalan kısmını da İstanbul’un Anadolu yakasında geçirmek varmış. Şimdilik yapılan plana göre yılın dört-beş ayı burada, geriye kalan günlerimizi de vazgeçemediğimiz Antalya’da geçireceğiz. İlk izlenimler; Kadıköy halkının geldiğim bölgeye oranla daha aydınlık, daha çağdaş, gelir seviyesinin de görece daha iyi olduğu yönünde. İnsanlar birbirlerini artık dış görünüşlerinden, konuşma tarzından, şivesinden tanıyabiliyor. Bıyığının şekline göre dünya görüşü üzerine izlenim edinebiliyor. Yanılma payı çok az, birbirleri hakkında ilk görüşte yorum yapabiliyor, kendine yakın ya da ötekisi olarak ayrıştırabiliyor. Böylesi bölünme her ülkede kolayca yaşanmaz, nasıl başarabildik bunu hayret ediyorum. Sanırım bu ayrışmanın kökeni varlık olarak kendimizi nerede konumlandırdığımıza bağlı olarak değişiyor. Konuyu felsefi boyutta ele alıp biraz açalım, bunun içinde modern felsefenin babası Rene Descartes’e başvuralım hem eğlenceli hem öğretici olabilir…
Descartes felsefesinin ve varlıkbiliminin temelini oluşturan ikici yaklaşıma göre varlık ikiye ayrılır: “Res Cogitans” ve “Res Extensa”. Res cogitans sadece düşünmeye ilişkindir, res extensa ise yer kaplayan eni, boyu olan uzamlı varlığı tanımlar ve bununla bedene atıf yapar. Yani bir tarafta zihnimiz diğer tarafta vücudumuz. Res extensa maddidir ve duyularımız sayesinde bilgi sağlayan bir dünyadır. Ancak res cogitans'tan hareketle res extensa'yı bilebiliriz, varlıktan kendi kendine bilgi türemez. Res cogitans yoksa, res extensa da yoktur. Varlık beden zihin ikileminde zihni sayesinde maddeyi tanır, bilgi sahibi olur.  Descartes zaten buradan hareketle ünlü “düşünüyorum öyleyse varım” argümanına varacaktır. Yer kapladığımız dünyada sadece bedenimizle var olmak bizim asıl sorunumuzu oluşturuyor sanırım, zihnimize biraz daha fazla şans vermek gerek diye düşünüyorum…