Aralık 1999, Sincan. 

Bir tipi ki, insanın suratına kırbaç gibi çarpıyor, değdiği yeri bıçak gibi kesiyor, nefesini donduruyor. 

Sabah sabah bu tipinin hışmından bir an önce kurtulmak telâşıyla Kaymakamlığın merdivenlerini tırmanıyorum. 

Bu kış kıyamette kimsenin kimseye bakacağı da, göreceği de yok. 

Merdivenleri hızla çıkarken gözüm bir karaltıya takıldı. 

Yaşlı ve bir hayli de şişman bir kadın; muhtemelen hasta… 

Belli, bu yaşlı ve aşırı kilolu bünyeyi ayakları ve nefesi daha fazla taşıyamamış, takati kesilip merdivenlere yığılıp kalmış. 

Az daha müdahale edilmezse donup kalması işten değil. 

Geri dönüp vardım.  

Sık sık ve zorlanarak nefes alıyordu. 

-Anne donacaksın, adın ne? 

Başını hafifçe çevirdi. Gür kaşlarının altından donuk donuk bakan iki iri mavi göz, kimselerin görmediği bir dünyayı seyreder gibiydi. Yüzünün yaşlanmış çizgilerinde uzun ve kahırlı bir hayatın çile ve acısı okunuyordu.  

Tatlı bir Rumeli şivesiyle nefes nefese, 

-Hanife abe yavrum! diyebildi. 

-Hanife Ana kalk seni götürelim! 

Şöyle bir yekindi, kalkamadı. Şoförüm Erdoğan'la  koltuklarına girdik yine olmadı. Erdoğan: 

-Sırtıma alayım efendim, böyle olmayacak. dedi. 

Erdoğan zayıf ve çelimsizdi. “Taşıyamazsın” dememe rağmen ısrar etti. Daha sırtlar sırtlamaz merdivenlere kapaklandı.  

-Çekil Erdoğan, dedim, bu yük benim yüküm, yardım et de ben götüreyim. 

 Bir alt basamağa inerek Erdoğan’ın yardımıyla sırtladım. Vücudu titriyor, can havliyle kesik kesik bir şeyler anlatmaya çabalıyordu. O vaziyette hükümet konağına girdik. Koridorlarda bulunan memur ve vatandaşlar bir anlam veremeden tuhaf tuhaf bakıyorlardı. Onların bu hayret dolu bakışları arasında iç merdivenleri tırmanırken, yakarışa benzer bir fısıltıyla, 

-A be kuzum, dedi, ne olur beni Kaymakam efendiye götür, tamam mı!  

-Tamam Hanife ana, tamam, merak etme!  

Nihayet vardık. Görevlilerin de yardımıyla sekreter Hikmet Hanımın odasına, kalorifer dibine indirdik.  

-Hikmet, bu Hanife Ana… çok üşütmüş. Sıcak ne varsa verin. Bu arada doktoru da çağırın. Baksana titriyor, göğsü tıkanır gibi; zor nefes alıyor. Ben hemen geliyorum. 

Paltomu çıkarıp geri döndüğümde Hikmet Hanım, Hanife Ana'ya

 ıhlamur içiriyordu. 

 Bu sırada ona, “Abe evlât, ben bu kızana, beni Kaymakam efendiye götür dedim. Bura nere ki?” diye sormuş. 

 O da, “Seni sırtında getiren Kaymakam beyin ta kendisiydi Hanife Ana” deyince temelli şaşırmış. 

Varıp karşısına oturduğumda, içine düştüğü acılı hülyâlardan zorlukla uyanır gibi utangaç utangaç baktı. Kederli gözleri, içindeki ıstırabın tesiriyle kırpışıp duruyordu.

 Ürkek, yorgun ve yardım isteyen fısıltılı bir sesle, 

-Kusura kalma Kaymakam efendi, senceğize de yük oldum. 

-Boş ver Hanife Ana, hele sen derdini bir anlat bakalım! 

Çok uzun sürmüş yürek ağrısını dindirmek ister gibi yutkundu..

Dudakları belli belirsiz kıpırdayıp duruyordu.

Dua mı ediyordu, yoksa dayanılmaz o yürek ağrısını dindirmek için içli ve yanık bir Rumeli türküsü mü terennüm ediyordu; pek anlayamadım.

Yalnız o kıpırtılar arasından belli belirsiz,  “Osman…Ah Osman’ım…” sözlerini birkaç kez duyar gibi oldum.

Bu sırada doktor geldi. Kısa bir muayeneden sonra, 

-Kalp krizi olabilir Kaymakam bey, hemen hastaneye kaldırsak iyi olur. 

Başımla onayladım. 

Odama geçtim. 

 Bu fırtınalı kış sabahının kör vaktinde kim bilir hangi yürek acısı onu buralara sürükledi, diye düşünürken bir göçmen soydaşın geldiği söylendi. 

Orta yaşlarda temiz yüzlü bir adamdı. Hanife ananın kaynı imiş. Yorgun ve bıkkın anlattı: 

Biz Eski Zağra’danız Kaymakam bey. Bulgarlaştırmaya direnen gençlerimizi bir bahaneyle ölüm kampı Belene’ye sürdüler. Osman, Hanife ananın tek çocuğu, canı ciğeri. Onu gözlerimiz önünde bir hayli hırpaladılar, yaralı vaziyette sürükleye sürükleye alıp götürdüler. Bizleri de süngü ve dipçiklerle hayvan vagonlarına tıkıştırıp Türkiye’ye yolladılar. Hanife yengemin kocası ağabeyim de Edirne Karaağaç İstasyonu’nda vefat etti.  

Bizler de, yıllar önce göçmüş akrabalarımızı bulup yanlarına sığınmak umuduyla buralara geldik. 

Hanife yengem, bir gün Osman’ının sağ olduğu haberini alabilmek hayaliyle, sürekli onun adını sayıkladı durdu.  

Herhalde ondan bir haber alma konusunda sizden yardım isteyecekti. Daha fazla dayanamayıp size gelmiş olmalı. 

Ismarladığım çaydan bir yudum almadan çıkıp gitti. 

Ne kadar zaman geçti bilmiyorum.  

Telefon çaldı; başhekim arıyordu. 

-Efendim, gönderdiğiniz yaşlı kadın, maalesef… 

Fazlasını dinleyemedim, telefonu kapattım. 

İçim allak bullak oldu. Ağır ve dayanılmaz bir suçluluk duygusu geldi yüreğime oturdu. 

Pencereyi açtım. Dışarının karlı puslu havası içimi daha da daralttı, boğulacak gibi oldum. 

Ve sadece, 

“Vah benim çilekeş Milletim vah…” diyebildim. 

 

Anneler günüymüş… 

Bu fırtınalı kış kıyamette,  

Bu gurbet ellerde…  

Osman’ının hasretiyle can veren Hanife Ana’yı… 

Rahmetle anmak istedim!